Ayşe Kulin: İlahi adalet zulmün hesabını soracak

Yazar Ayşe Kulin’le edebiyat ve gündem özelinde bir bayram söyleşisi…

Ezgi Atabilen

 

-Hemen her yıl bir kitabınız çıkıyor. Nasıl bu kadar üretken olabiliyorsunuz? Yoksa yayıneviyle her yıla bir kitap gibi bir anlaşmanız mı var, diye düşünmeden edemiyor insan...

Yazmak için yaratıldığına inandığı halde bir yayıncıya ancak 25 yıl gecikmeyle girebilen ve önündeki yazma zamanı oldukça kısıtlı biri, ne yapar? Ara vermeden yazar! Siz nasıl isterseniz öyle düşünün ama hepsi bu!

-Peki, bir kitabınızın kaç sattığı size bir şey ifade ediyor mu? Bir öncekinden daha az ya da daha çok sattıysa mesela, daha iyi bir kitap olduğunu düşünür müsünüz?

Ben hayatımı kitaplarımdan kazandığım parayla çeviriyorum, başka gelirim yok. Ne yazık ki paraya en muhtaç olduğum günlerde yazarlık yapmıyordum. Remzi Kitabevi bana kapısını açıp, kitaplarımdan para kazanmaya başladığımda ise çocuklarım eğitimlerini çoktan tamamlamış, hayata atılmışlardı. Bu nedenle artık fazla paraya ihtiyacım yok ve o yüzden kitaplarımın ne kadar sattığı benden çok yayıncımı ilgilendiriyor. Ben, bana yeten ve sevdiklerime uzanmama da olanak sağlayan gelirim için Allah’a şükrediyorum.

-Bir de bu ‘çok satan iyi değildir’ önyargısı var. Edebiyat çevrelerinin bu tip bir önyargısına maruz kalıyor musunuz?

Kitapların değerini satışları değil sadece zaman belirler. Bir kitap 50 yıl sonra hâlâ okunuyorsa, ne mutlu onun yazarına! Çok satanların küçümsenmelerine karşı ise tavrım net: Ne övgüye sevinirim/ Ne yergiye yerinirim/ Okurlarım yeter bana!

-Şu sıralar yazdığınız yeni bir kitap var mı?

Yine elimde bir kitap var elbette, çünkü ben yazıyla besleniyorum. Son yazdığım, günümüzde geçen, gerilim dozu yüksek, polisiye türü bir roman olacağa benziyor. Ama sonuçta kurgu bu, son noktası konana kadar her an konusu değişebilir.

‘Doğanın intikamı yaman olacak’

-Kendinizi eko-feminist olarak tanımlıyorsunuz. Nedir bu eko-feminizm?

En basit anlamıyla, doğanın tahribatına ve erkeğin kadına karşı üstünlüğüne itirazı olanların tarifi diye düşünün, ekofeminizmi. Ben, erkek egemen ve kapitalist toplumların doğayı ve kadını fütursuzca sömürdüğünü düşünenlerdenim. Sadece para ve güç kazanmaya odaklı zihniyet, denizleri, akarsuları kirletmekten, ormanları, bitki örtülerini yok etmekten hiç gocunmadan, doğayı tahrip etmekte. Öte yanda, kadınlar erkeklerle aynı haklara sahip olabilmek için sürekli bir mücadele içinde oldular. Hukuksal eşitliklerini, eğitim ve siyasi haklarını mücadele ederek kazandılar. Ama bugün dahi çoğu yerde erkeklerle aynı işi yaparken, erkeklerden daha düşük ücret almaktalar, siyasette sınırlanmaktalar, bazı coğrafyalarda tamamen sömürülmekteler. Ama şu iyi biline; kadınların değilse de doğanın intikamı yaman olacak! Bu dünyada sadece 200 yılımızın kaldığını söyleyen bilim adamlarının sayısı giderek artıyor.

-Kitaplarınızın ana karakterleri genelde kadınlar. Kadınların arasında büyüdüğünüz için mi böyle, yoksa feminist tavrın getirdiği bir seçim mi bu?

Erkek odaklı romanlarım da yok değil, “Köprü” ile “Gizli Anların Yolcusu”yla başlayan gay serisinin ilk iki kitabında baş kahramanlar erkek. “Sevdalinka”nın, hatta “Veda”nın da erkek kahramanları, kadınlar kadar ön planda. Ama itiraf edeyim, öykülerimdeki kadınlar, özellikle uğradıkları haksızlıklarla öne çıkar. Okurumun gözüne bu ülkede kadın olma hallerini sokmak isterim ki farkındalık yaratabileyim. Türkiye gibi kadının açık ara ezildiği bir ülkede yaşarken feminist olmamak mümkün mü?! Buna karşın, 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayıp Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında doruğa ulaşan “kadınların eğitilmesi ve topluma katılması” hareketinin ürünü olan Aylin, Füreya ve Türkan Saylan’ı edebiyata taşıyarak, eğitimli bir kadının nelere muktedir olabileceğini de göstermek istedim. Aylin ve Füreya hiçbir zaman geç kalınmadığının birer örneği. Türkan Saylan ise, çok genç yaşından itibaren, bu milletin her anlamda bir ‘azize’sidir, Tanrı’nın bizlere lütfudur!

‘Eğitim bugün çıkmaz sokakta’

-Okullar imam hatipleştiriliyor, müfredattan Atatürk ve evrim konuları çıkartılıyor. Sizce Türkiye’de “kindar ve dindar nesiller yetiştirme” politikası sonuç verebilir mi?

Eğitim bugün çıkmaz sokaktadır. Elbette bir gün yanlıştan dönülecektir ama Türkiye’ye çok zaman kaybettirmiş olarak. Osmanlı’nın bürokratının dışında halkını hiç eğitmemiş olmasının bedeli, imparatorluk topraklarının beşte dördü kaybedilerek ödendi. Cumhuriyetin eğitim devrimi bir fırsat olabilirdi ama sekteye uğradı, yarım kaldı. Bugün gelişmiş ülkeler başka gezegenlere gitme imkânları araştırırken, biz bina inşaatı seviyesinde kalmış, tüccar bir toplumuz. Köprü yapımını bile dış ülkelere ihale ediyoruz çünkü devasa köprülerin teknolojisi bizde yok. Evrim teorisi ABD’de 1912’de bir lisede, kilise ve eğitimciler arasında dava konusu yapılmış. Ben bu olayın hikâyesini sanırım 70’li yıllarda sinemada izlemiştim, Spencer Tracy ile Frederich Marsh oynamışlardı. Din ve bilim çatışması, insanlığın her ikisine de ihtiyacı olduğu anlayışı ile 100 yıl önce sonuçlandı. Bizim ülke dinbazları dünyadan habersiz oldukları için tartışmaya yeni başladılar. Kindar ve dindar yetişmiş kuşakla, ilerde kaçınılmaz olarak bir hezimet daha yaşadığımızda, umarım yeniden aklımızı başımıza toplarız.

En uyumlu solcu...

-Bir söyleşinizde “Şimdi sağcılar kendileri çektiler sanıyor ama en büyük acıları solcular çekti bu ülkede” demişsiniz. Sizce solcuların da hataları olmadı mı?

Evet, bu ülkede solcular ve komünistler özellikle askeri rejimler sırasında fiziksel işkence ve çok cefa çekti. Solcuların en büyük zaafı bitmeyen polemikleri ve geçimsizlikleridir, bence. 1956 yılında İngiltere’ye yaptıkları ziyarette bile Rus liderler Bulganin ve Kruşçev, muhafazakârlarla iyi geçinirken, sıkı solcu George Brown ile kavga etmişlerdi. Benim gördüğüm en uyumlu ve mantıklı solcu Erdal İnönü’ydü. Kılıçdaroğlu da sükûnetini kaybetmediği süreçlerde çok daha başarılı oluyor... Elbette “kodu mu oturtanlardan” hiç hoşlanmayan bana göre!

-Referandumdan sonra ülkenin geleceğine yönelik düşünceleriniz ve duygu dünyanızda bir şey değişti mi?

Duygu ve düşüncelerim referandum öncesindeki günlerde zaten değişmişti. Demokratik bir ülkede bir referanduma eşit şartlarda gidilir. Oysa biz tek yanlı bir propaganda süreci yaşadık ve referanduma can çekişen bir demokrasi ortamında gittik.

-Bayramı haksız yere tutuldukları cezaevinde, açlık grevinde, direnişte, nöbette ve Adalet Yürüyüşünde geçireceklere vermek istediğiniz bir ‘bayram mesajı’ var mı?

Adalet eğer mahkemede tecelli edemediyse, ilahi adalet zulmün hesabını gün geliyor mutlaka soruyor. Kenan Evren’in üzücü sonunu başka türlü açıklayabilir miyiz? Haksızlığa uğramış tüm mağdurlara, bayram mesajı olarak şunu söylemek isterim: Umudunuzu asla kaybetmeyin, acılarınızı denizdeki balık görmese, halik görür ve her gecenin mutlaka bir gündüzü vardır.

 ‘Bayram anısı...’

“Babamla Ankara’da bir bayram hatırlıyorum, sanırım altı-yedi yaşlarındaydım. Örgülerimin ucunda kocaman kurdeleler, ayağımda bayramlık rugan ayakkabılarım, babamla el ele bir aile büyüğüne çiçek almaya gitmiştik. Satıcı çiçek eviniz için mi diye sorunca, babam bizim evimizin çiçeği burada diyerek gözleriyle beni işaret etmişti. O anı hiç unutmadım ve kendimi hep babamın çiçeği bildim. Yıllar sonra 1983’ün bayramı yaza isabet edip, başlangıcına ve sonuna da hafta sonlarını ekleyince, uzun bir tatile dönüşmüş, İstanbul boşalmıştı. Babam aniden hastalandı, doktorların çoğu tatilde, o yıl İstanbul’da MR aleti sadece bir hastanede vardı, onun elemanı da tatile gitmiş. Teşhis gecikti ve sonuçta babamı kaybettik. O gün bugündür bayramlar benim yüreğime sevinç yerine derin bir hüzün bırakır.”

Yaz tatili için 5 kitap önerisi

1) ‘Zeytindağı’ / Falih Rıfkı Atay

2) ‘Bir Göçmen Kuştu O’ / Ayla Kutlu

3) ‘Çıplak ve Yalnız’ / Hamdi Koç

4) ‘Kuşlar Yasına Gider’ / Hasan Ali Topbaş

5) ‘Topal Viktor’un Anıları’ / Yiğit Okur