Avukatlar Günü'nü Kutlamak mı?

cumhuriyet.com.tr

5 Nisan, Avukatlar Günü’dür. Gelenekselleşmiş günleri kutlamak âdettendir. Fakat bu günü kutlamak inanın içimden gelmiyor. Bunun o kadar nedeni var ki. Sorarsanız, avukatlık mesleği hukukun ve yargılama uğraşının üç temel öğesinden biridir. Yargıçlık, cumhuriyet savcılığı ve avukatlık bir sacayak oluşturur. Bu üç kavramın aynı değerde olmaları gerekir. Fakat gerçekte öyle değildir. Yaşananları teraziye vurursanız, bunun böyle olmadığı kolayca ortaya çıkar. Acaba kusur kimde ya da nerede?

Ülkemizde insanların gözünde avukatların yeri çok yüksekte değildir. Bu konuda Batı ülkeleriyle bir karşılaştırma yaparsanız, bu sonuç ortaya çıkar. Oralarda avukatlara gösterilen saygı, bu mesleğin mensuplarının göğsünü kabartır. Bizde neden böyle değil? İşte size bir otokritik.

Ülkemizde bir avukat nasıl yetişmelidir? Bunun temel ilkeleri bellidir. Hukuk fakültesinde iyi bir hukuk eğitimi üzerine bina edilecek bir staj dönemi ve avukatlık sınavı. Bugünkü resimde ne var? Sayıları çoktan elliyi geçmiş, ismen hukuk fakültesi, ama öğretici kadrolarıyla fakülte olmayan çok sayıda kurum. Bunlar da yetersiz kadrolar. Bir anlamda oradan oraya koşuşturan bir “avuç” hoca.

Sonra, gelsin diploma. Arkasından staj. Birkaç büyük ili dışta tutarsanız, temeli mesleği öğretmeye dayanması gereken staj kavramından çok uzakta geçirilen bir dönem. Sınavsız avukatlık olur mu? Elbette olmaz. Ama bizde olur. 1967 yılından beri çıkarılan her Avukatlık Yasası’nda yerini alan fakat hiçbir zaman hayata geçirilemeyen bir hayaldir avukatlık sınavı.

Bu düzende avukatlık hakkı kazanıldı. Cüppeli fotoğrafla baro levhasında yer alındı. Sonra, mesleki uğraş başlıyor. Ruhsatnamenin alındığı günün ertesinde, bu avukat bir ağır ceza mahkemesinin ya da bir Yargıtay dairesinin önünde davaya girebiliyor. Böyle bir sistem dünyanın neresinde var? Cevap: Hiçbir yerinde. Sonra gelsin eleştiriler. En önemlisi de yargıç ve savcılardan. Baş kabahatli kim, elbette onları yetiştiren hocalar. Bize ne söz düşer, bir kriterle cevap vermek: “Geçmişte öğrencimiz olanların meslekteki başarıları kendilerinindir; tüm kusurları ise hocalarının.”

Bugün bunları bir yana koyarak dünya ölçeğinde ülkeleri nasıl sınıflandırırsınız diye bir soru sorsak, acaba ne cevaplar alırız? Sanayi ülkesi, tarım ülkesi, turizm ülkesi vb. Bu sınıflandırma içinde Türkiye’yi nereye koyarsınız? Siz ne dersiniz bilemem ama, ben ülkemizi öncelikle ceza davaları ülkesi olarak adlandırıyorum. Neden mi? Bir an durup düşünelim. Gazetelerde ve televizyonlarda baş köşede oturanlar, birer isim takılarak görülen ceza davaları değil de nedir?.. Bu böyle mi olmalı? Elbette hayır. Yanlış anlaşılmasın, her ülkede olduğu gibi, bizim ülkemizde de ceza davaları açılacak ve görülecek. Hatta bunlar arasında önemli-önemsiz ayrımı da yapılacak. Fakat bunlar tüm kamuoyunu işgal ederse, bunda bir terslik olmadığını ileri sürmek mümkün değildir. Ceza hukuku ve ceza yargılaması hukuku bir girdabın içinde dönüyor. ABD’de acımasız hortumlar bile birkaç günde etkisini kaybederken, bizim girdabımızın kısa sürede biteceğini söylemek hayal olur.

Bu girdap içinde avukatlar ne yazık ki mesleklerini diledikleri gibi uygulayamıyorlar. Çok sanıklı davalarda kim, meramını nasıl anlatacak? Bu işte kusurlu-kusursuz herkes şikâyetçi. O kadar ki, şikâyete hakkı olmayanlar, şikâyetçilerin başında yer alıyor. Bu görüntüden avukatlar elbette kırgın ve küskün. Kendilerini haklı olarak adalet mekanizmasının bir temel öğesi olarak gören avukatlar, yaşanan girdap içinde istediklerini yapamamaktan, anlatamamaktan kırgınlar.

Geleneksel hale gelmiş günlerin bir şölen coşkusu içinde kutlanması gerekmez mi? Elbette gerekir. Bundan daha doğal ne olabilir. Şölenler neşe kaynağı toplantılardır; kitapta böyle yazar. Ama bu ortamda Avukatlar Günü kutlanabilir mi? Kutlanamaz. Fazla söze gerek yoktur.

Son söz: Güzel günlerde Avukatlar Günü kutlamayı tüm meslektaşlarım adına diliyorum.

Av.Prof.Dr. Erdener Yurtcan/ İstanbul Barosu