Avrupa’nın mülteci ve meçhul kadınları
Adele Haenel şimdilerde Avrupa sinemasının gözdelerinden. Belçikalı üstat sinemacılar Dardenne biraderlerin ülkemizde bu hafta vizyona giren “Meçhul Kız” filminin her bir karesinde o var. Haenel’e göre artık hepimiz için gerçekleri idrak etme zamanı geldi de geçiyor bile...
Esin Küçüktepepınar Kim bu ‘Meçhul Kız’? Haenel, “Meçhul Kız”daki doktor karakterini ‘bozarak’ oluşturmuş. Yani inandığı, bildiği değerler alt üst olmuş birisinin dağılmışlığını yansıtmak istemiş: “Siyah beyaz değil ara tonlarda yaşıyoruz ve sorunlarımız da bu alanlarda”. Cinayete kurban giden kimliği meçhul genç kadının geçmişini araştırken aslında bir nevi Buda gibi, o da korunaklı hayatından kentin arka mahallerine giderek gördüğü insanlık dramıyla gönül kapısı açılıyor. “Evet, uykudaydı. Suçluluk duygusuyla uyandı, etrafına bakınca da gerçeği idrak etmeye başladı” diyor ve ekliyor: “Hepimiz uyanmalıyız”. |
“Meçhul Kız”ın her bir karesinde görünen Adele Haenel, Avrupa sinemasının son dönem en aranılan oyuncularından. Belçikalı üstat sinemacılar Dardenne biraderlerin bu yıl Altın Palmiye için yarışan filmindeki idealist genç doktor olarak sıradan bir mesai gününün yorgunluğuyla çalan kapıyı açmayarak derin bir vicdan azabına süreklenecek, hayatını gözden geçirecek. O da zaten Cannes’da yaptığımız söyleşide “Alıştığı, bildiği şeylerin dışına çıkıp hayatına, etrafına öyle bakması gerekiyordu” diyor heyecanla. Zaten hep heyecanla başlıyor cümlelerine. Derken duraksıyor ve temkinli konuşmaya çalışıyor. “Her şey hakkında fikir ve zikir sahibi insanlardan olmak hiç hoş değil”, ondan bu tereddütlü halleri. Bir de Cannes’da bir araya geldiğimiz yuvarlak masa söyleşisinin ortak dili olan İngilizceye diğerleri kadar hâkim olamamasından, ama çevirmenle konuşmayı da sevmiyor. Fransız öğretmen bir anne ve Avusturyalı çevirmen bir babanın kızı olarak “Nereli hissediyorsun” sorusuna kestirmeden “Fransızım!” yanıtını veriyor: “Fransa’da doğdum, büyüdüm, oranın kültürünü aldım. Dünyanın her yerine gidebilir, sevebilirim ama durum bu”.
İlle de Avrupa
Hollywood’a gitmeye can atmıyor, Avrupalı yönetmenler tercihi. Bir söyleşisinde ideal yönetmenler listesinde iki isim saymıştı: David Lynch ve Fatih Akın. “Duvara Karşı”dan (2004) hayranlıkla söz ettiğini hatırlatarak olumlu bir gelişme olup olmadığını soruyorum. Gizemli bir gülümsemeyle “Kim bilir, umut edelim olsun!” diyor. Henüz 12 yaşında, otistik bir çocuğu başarıyla canlandırdığı “Les Diables”den (2002) bu yana çok zaman geçti. Okul, kurslar derken verilen uzun aradan sonra “Nilüferler/ Naissance des pieuvres”de (2006) parlaması ise şaşırtıcı değil. Céline Sciamma’nın yönettiği film, yüzme takımındaki üç yeniyetme genç kızın tutkuyu ve cinselliklerini keşfetme sürecini anlatırken birbirlerine duydukları arzunun nedenlerine de hassasiyetle kafa yoruyor.
Çekimler süresince Adele de büyümüş, içsel sorgulamalara girmiş, ne de olsa henüz 17 yaşında. “Aniden boyum çok uzamıştı, kendimi çirkin buluyordum” diyor. Tabii ki güzel bir kadın. Uzun boylu, hele ki topuklu giydiğinde hatırı sayılır bir seviyeye ulaşıyor. Ama süslenmeyi pek sevmiyor, zahmetli buluyor. “Erkek Fatma” edasındaki delidolu hallerinde çok cana yakın bulacağınız bir yumuşaklık, bir samimiyet var. Hele ki genizden gelen hafif boğuk ve kalın sesiyle mükemmelen çelişen geniş gülümsemesi pek hoş.
Dünyaya şiddet hâkim Genç oyuncu hem iddialı hem de mütevazı olunabileceğine inanıyor. Peki, bu nasıl oluyor dediğinizde alaycı bir kahkahası hazır: “Henüz hiçbir şey bilmediğimi kendime hatırlatarak”. Çok şanslı olduğunu ve şimdiden çok özel yönetmenlerle çalıştığını söylerken de heyecanlı. “Meçhul Kız”da ona başrol veren Dardenne biraderlerden söz açıldığında ise gözleri daha bir parlıyor. Sevinçle seçmelere koşturmuş, “Her oyuncu bir Dardenne filminde oynamak ister. Tabii ki senaryoyu okumama bile gerek yoktu, anında kabul ederdim ama okuttular, minnettarım. Mültecilere, ‘diğerine’ karşı bakışımızı yüzümüze vuruyor” diyor. Ertesi gün polislerin gelişiyle kapıyı çalanın siyahi bir kadın olduğunu ve ölü bulunduğunu öğrendikten sonra yaşadığı vicdan azabıyla doktorun hem içsel hem de bizzat dışarıdaki sorgulaması başlıyor. Meçhul kadının kimliğini ve katilini bulmaya çabalamanın sığınmacı kriziyle kaçamak güreşen ve gerçekçi çözümler üretmeyen Avrupa’nın suçluluk duygusuna nazire olduğu ortada. Hele ki Belçika gibi sömürgecilik günahları ağır olan bir ülkede. Adele Haenel bunu Avrupa ile sınırlamak istemiyor ve “Doktor aslında hepimizi temsil ediyor” diyor. Peki, ya kapıyı çalanı içeri almama metaforunun açıklığı? Buna itiraz etmiyor: “Elbette genç bir doktorun bir anlık yargısı ölümcül bir sonuca ulaşıyor. Ama aslında kötü birisi değil. Şiddetin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Etrafımızdaki korkunç yıkımlara karşı bir savunma mekanizması oluşturuyoruz ve bu da içimize kapanmaya ve duyarsızlığa yol açıyor maalesef. Tabii ki bu yaşanan tekinsizlik duygusunu azaltmıyor, bilakis rahatsızlık verici bir şey ama bir şekilde hayat devam ediyor”. |