Ataerkil Sevgi Anlayışı ve Kadın

cumhuriyet.com.tr

Ataerkil Sevgi Anlayışı ve Kadın

Ataerkil toplumlarda yaygın olan kadına yönelik şiddet, aslında söz konusu toplumun kadından ne kadar korktuğunun da bir göstergesidir. Bunun içindir ki bu tür toplumlarda sevgi anlayışı şiddetle iç içedir. Burada anlatılmak istenen, sadece fiziksel şiddet değildir.

Ülkemizde kadına uygulanan şiddet; en hafifi dayak olmak üzere artık kıyım boyutlarına erişmiş durumda. Kadına uygulanan şiddet süregeldiği gibi, bazen insanın mantığının ve insani değerlerinin kavrayış sınırlarını zorlayan nedenler gösterilerek gerçeklik kazanıyor. İşinden evine yarım saat geç gelmek bile, bir kadın için vahşetle karşılaşmanın bir nedeni olabiliyor. Gazetelerin 3. sayfaları ülkemizde kadına çok yaygın olarak uygulanan vahşet haberleriyle dopdolu. Bizi en çok şaşırtan durum ise cinayet işleyen kocanın ya da sevgilinin, mağduru sevdiğini öne sürerek eylemini işlediğini beyan etmesidir. O zaman bu noktada toplum olarak sevgiden, sevme eyleminden ne anladığımızı irdelememiz gerekir. Daha doğrusu ataerkil toplumlara şırınga edilen sevgi anlayışı en çok kimleri egemenlik altına alıyor, en çok kimleri baskı altında tutuyor?

Sevginin amacı

Yaşatmayı değil, yok etmeyi sevgiyle eşdeğer tutan bir toplum, ataerkil bir toplumdur. Çünkü ataerkil toplumlarda birini sevmek; ona hükmetmekle, onun üzerinde sosyal, kültürel ve ekonomik olarak hak iddia etmekle, başka bir deyişle sevilenin tüm kişilik ve insan haklarına tecavüz etmekle, bu hakları despotluk derecesinde tanımamakla eşdeğerdir. Oysa gerçek sevgi, sağlıklı bir sevgi anlayışı bütün insancıl duygu ve düşüncelerin sevilen insana yöneltilmesinden başka bir şey değildir. Bu bakımdan sevginin amacı da yaşatmaktır, yeşertmektir, can vermektir, can almak değil.

Aydınlanmacı usa baskı

Uluslaşma aşamasını tamamlayamamış, dolayısıyla gelenek ve göreneklerin, feodal değerlerin ve bu arada dinin aydınlanmacı usa baskın olduğu bizim gibi toplumlarda, bir insanı (burada bir erkek için kadını) sevmek, onun üzerinde her türlü kültürel, geleneksel ve cinsel hegemonya kurmanın bir aracı olmaktadır. Bu durum da ataerkil sevgi anlayışını beraberinde getirmektedir. Böylece ataerkil toplumlarda kadın, üzerinde her türlü baskının gerçekleşmesi gereken ve bu baskının gerçekleştiği ölçüde erkeklik tanımının yapıldığı bir nesne konumuna indirgenir. Böyle toplumlarda kadının kendini gerçekleştirmeye yönelik çabaları hoş karşılanmadığı gibi, kadın bu çabalarının bedelini bazen yaşamı pahasına öder.

Ataerkil sevgi anlayışında ölüm sevgisi yaşam sevgisine ağır basar. Oysa gerçek sevgi, sevilenin onuruna, kişiliğine, fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne saygıyı önkoşul olarak içine alır. Ataerkil sevgi anlayışında ise sevileni bireysel özellikleriyle, ona içten bir saygı duyarak kabul etmek yerine kaba, ilkel bir sahiplenme duygusu ön plandadır. Bu bakımdan ataerkil sevgide kadın asla ve asla kendine özgü kişilik özellikleri olan, bağımsız ve özgür bir birey olarak kavranmaz. Ataerkil kültür kadına, sosyal, dinsel ve kültürel toplumsal yapılara bağımlılığı ölçüsünde yer verir, yaşama hakkı tanır. Ondan tek beklenen şey, sadece ve sadece boyun eğmesi ve ataerkil kültürün uzantıları olan toplumsal kurumların varlığına uygun olarak hareket etmesidir.

Bir toplum yaşama sevincine kadını da ortak ettiği ölçüde ataerkilliğin o donuk, tekdüze, otoriter ve hiyerarşik egemenliğinden sıyrılmaya başlar.

Ataerkil toplumlarda yaygın olan kadına yönelik şiddet, aslında söz konusu toplumun kadından ne kadar da korktuğunun da bir göstergesidir. Bunun içindir ki bu tür toplumlarda sevgi anlayışı şiddetle iç içedir. Burada anlatılmak istenen, sadece fiziksel şiddet değildir. Sözel, tinsel şiddet de ataerkil sevgi anlayışının gizli ya da açık örnekleridir. Berdel, başlık parası, beşik kertmesi gibi gelenekler ataerkil kültürün bir parçası olup, ataerkil sevginin aslında ekonomik ve sınıfsal çıkarların feda edilmemesi için kadına sunulan sözüm ona sevme biçimleridir.

Bir insanın diğerini sevmesi için önce kendini tanıması gerekir. Ataerkil kültür ise kadına, kendini tanıma yolunda arayışlara girmesine şiddetle karşı çıkar. Bu bakımdan böyle bir sevgi anlayışı şiddet ve salt cinsellik temeline oturmuştur. Bu tür sevgide hegemonik, hiyerarşik bir yan vardır. Eşitlikçi değildir. Yaşatmaya değil yok etmeye koşullanmıştır. Bundan ötürü de uygar, modern bir sevgi anlayışının aksine patolojik yanları ağır basar. Burada toplum olarak üzerimize düşen görev ise, sözünü ettiğimiz patolojik sevgi anlayışı yerine, yapıcı, barışçı ve dingin bir sevgi anlayışını beyinlerimize kazımaktır.

Yrd. Doç. Dr. Ayşe Atalay MÜ Beden Eğitimi ve Spor YO