'Aşkı, bulunması için gizledim'
İstanbul'a ve devrime farklı bir bakış getiren Atilla Birkiye, 'İstanbul'da Beklenen Devrim'i, 'Dönüp baktığım geçmişten, bugüne gelirken film şeridinin hızla sarılması' diye tanımlıyor.
cumhuriyet.com.trŞair, yazar Atilla Birkiye, geçen günlerde raflarda yerini alan “İstanbul’da Beklenen Devrim” adlı kitabıyla İstanbul’a ve devrime çok farklı bir açıdan bakıyor, aslında aşka da öyle. “Bu kitapta biraz tersi oldu, aşk metnin katmanlarına indi” diyen Birkiye, üst katmanları ise şöyle anlatıyor:
“Freud, Jung dolayısıyla psikanaliz yani bilinçaltımız/ bilinçdışımız, iç/ dış çatışmalarımız var. Beşir Fuad ile edebi hayatımızda farklı bir boyut kazanan intihar meselesi, Doğu-Batı, arabesk gibi yaşamımıza saplanan, izi kalan bazen bir türlü üstümüzden atamadığımız, bazen atmak istemediğimiz bazense anımsadığımızda kedimizi çok iyi duyumsadığımız izler… Ya da yazma sürecinde olanlar, örneğin Gazze!”
Birkiye ile içinde “aşk” sözcüğü geçmeyen tek kitabı “İstanbul’da Beklenen Devrim” üzerine konuştuk.
Kitabınızın ilginç ve merak uyandırıcı ismiyle başlamak istiyorum. “İstanbul’da Beklenen Devrim” derken aslında ne anlatmak istiyorsunuz?
İstanbul şehri ile devrim kavramını anlatmaya çalışıyorum; düzyazıyı da zorlayan imgelerin içinden, metaforların içinden çağrışımlarla yol alarak, bendeki izler ve anılar bunlar... Özellikle devrimi, farklı bir boyuta doğru ele almaya çalıştım. Tabii ki “ben”i eksen alan bir içerik var; mümkün olduğunca bunu lirik bir söyleyişle yazmaya çalıştım.
Kitabınızda İstanbul’a nasıl bir açıdan bakıyorsunuz?
Aslında, niyetimde ters bir durum vardı; İstanbul “bana baksın” istedim. 30 yıldır kitaplarımda İstanbul var; son birkaç yıldır da “özne” olarak. Bu da böyle bir kitap! Şehrin “etkileyici” özellikleri bir yana, bir yansımanın karşılığı olarak İstanbul sözcüğü geçtiğinde bile, bir çırpıntı oluyor içimde, her türlü “çirkinliklerine” karşın. İstanbul “bana baksın” derken, bir kişileştirmeyi kastetmiyorum; bu kendimi pek yakın hissetmediğim yazınsal bir “oyun”.
Bu kitabı nasıl bir yaşanmışlıkla, ne düşünerek ve hissederek kaleme aldınız?
Bu kitap, dönüp baktığım geçmişten, bugüne gelirken film şeridinin hızla sarılması. 27 Mayıs’ta çok küçüktüm ve babam ağabeyimi, bir kamyona koymuştu ekmek almaya gitmesi için; sokağa çıkma yasağı vardı, kamyonun arkasında bir yığın insan vardı. 12 Mart’ta Denizler asılmasın diye, pul yapıştırdığımı anımsıyorum; 12 Eylül darbesinde ölen arkadaşlarımızı, binlerce işkence gören insanı bilmem anlatmaya gerek var mı! Kitaplarımızın toplatılmasına ne demeli, kitapların suçlu gibi televizyonda gösterilmesine!
Yurdundan, şehrinden, mahallesinden uzaklaşmak zorunda kalanlar; kaçanlar, gizlenenler... Bu işin siyasi yanı. Ya yağmalanan, çirkinleştirilen ve hâlâ süren; yani özcesi, kimlik gibi yüzyıllardır taşıdığı silueti bozulan, Mimar Sinan’ın katledilen şehri…
“İstanbul’da Beklenen Devrim”, içinde aşk sözcüğü geçmeyen tek kitabınız. Bunun özel nedeni nedir?
Kitabın içinde aşk sözcüğü bir akrostiş olarak bir iki yerde var. Bunu gizledim ama bulunması için gizledim. Aslında aşk kavram olarak da, tikel olarak da var. Farklı aşklar var; bir şehre olandan, anneye ya da bir ütopyaya olan aşk var! Ya da tanımsız heyecan anları! Aşk sözcüğünün geçmemesi, biraz da yazınsal bir oyun, özellik gibi düşünülmeli. Zaman zaman aldığım bir eleştiridir “aşk” sözcüğünü ve temasını çok sık kullandığım.
Evet, bazen çok kullanırsanız değerinden yitirebilir ama bu çok kullanmanın da, biçiminin önemli olduğunu düşünürüm. Öte yandan, bu sözcüğün kullanılmasının gerektiğini de düşündüğüm için, çünkü bazen ne hikmetse bu sözcükten utanılır bazen korkulur, bazen bu sözcük uğruna cinayet bile işlenir, kullanma biçimini değiştirdim; sonuç olarak yazınsal bir oyun oldu.