Asistan Mumcu'nun kaleminden: 'Sessiz devrim: Köy Enstitüleri'

Atatürk’ün sağlığında çok partili demokrasiye geçiş denemesi yapılmışsa da, gerici ayaklarından çekinilerek bu girişim durdurulmuştur. Prof. Dr. Münci Kapani bu olayı şöyle tanımlamaktadır:

Işık Kansu

Uğur Mumcu

ÇOK PARTİLİ DÖNEM

Atatürk’ün sağlığında çok partili demokrasiye geçiş denemesi yapılmışsa da, gerici ayaklarından çekinilerek bu girişim durdurulmuştur. Prof. Dr. Münci Kapani bu olayı şöyle tanımlamaktadır:

“... Atatürk sağlığında demokrasi idealinin gerçekleştiğini görememiştir. Bu yolda yapmış olduğu bir deneme (1930’da Serbest Fırka denemesi) vaktin henüz erken olduğunu, hazırlık ve yetişme devresinin tamamlanmadığını göstermiştir...”

Serbest Fırka denemesinden sonraki ikinci girişim “Müstakil Grup”un kurulmasıdır. Ancak Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir iç denetimi niteliğindeki bu girişim, partide gelişme olanakları bulamadı.

Kısa süren devrede Kemalist devrimler altyapı ilişkilerini değiştirememiş, daha doğrusu değiştirme olanak ve zamanını bulamamış, Atatürk’ün ölümünden sonrada devrimlerin yarattığı ters izlenim, toplumun egemen güçlerince denetlenmiş ve Kemalist yönetime karşı halk gizli bir ayaklanma ortamına sokulmuştur.

“...Toplumun eski yapısına hâkim olanların ve ekonomik hayattaki yeni güçlerin yönetici kadroca girişilen bazı hareketler karşımızdaki tepkisi çok daha etkili oldu ve yığınlardan gelen o temel tepkiye öncülük etti...”

BİÇİMSEL DEMOKRASİ

İkinci Dünya Savaşı bu koşullarla karşılandı. Savaş ekonomisinin gereği olarak benimsenen ekonomik ilkeler ve uygulamalar ile toplumdaki hoşnutsuzluklar bir kat daha arttı. Varlık Vergisi Kanunu ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun tepkileri Meclis’e kadar ulaştı. Kemalizmin bağımsız toplum, özgür yurttaş yaratma amacı terk edilerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasının gelişmeleri ile de biçimsel demokrasiye doğru eğilimler arttı. Bu devrenin en önemli ve ilginç olayı 1940’ta Köy Enstütülerinin kurulmasıydı. Köy Enstütüleri, tüketici eğitimden üretici eğitime geçilerek toplumun yeni baştan örgütlenmesini amaçlayan bir “kansız ve sessiz” devrimdi. Bu girişim egemen çevrelerin baskısı ile önledi ve Enstitüler kapatıldı.

Tıpkı Sanayi Devrimi’nden sonra ticari kapitalizmin devleti teslim alması gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrada uluslararası sermaye azgelişmiş ülkelere doğru akmaya başladı. Bu koşullarda yeni bir ticaret burjuvazisi toplumun en önemli kesiminde güçlenmeye ve siyasal hayatı etkilemeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda faşist rejimlerin çöküşü klasik demokrasinin yeniden güçlenmesine yol açtı. Bu koşullarla da devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de zorunlu olarak 19 Mayıs 1945’te çok partili düzeni benimseyen bir konuşması ile Türkiye’de çok partili dönem açılmış oldu.

OLAYLI SEÇİM

1946’da ilk kez çok partili demokrasinin seçimi, olaylı geçti. Birçok seçim sandığının kaçırıldığı ileri sürüldü. 14 Mayıs 1950’de ise Demokrat Parti büyük çoğunlukla seçimleri kazanarak tek parti düzenini oy yolu ile yıkmış oldu.

Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi’nin içinden çıkan devrin koşullarına göre bu partinin yurt çapında bir tepkisi olarak güç kazanmıştır. Demokrat Parti’nin ekonomik yöntemi liberalizmdi. Temel ilkeleri, devlet teşebbüsünün sahasını daraltarak özel teşebbüse ve de yabancı sermayeye geniş olanaklı alanlar açmaktı. Partinin yüzeyde demokratik görünen havası bir parça da Cumhuriyet Halk Partisi’nin yarattığı baskıcı rejimin alternatifi olmasından doğuyordu. Oysa ekonomik liberalizme alabildiğine açık olan Demokrat Parti, siyasal liberalizme karşıydı. Demokrat Parti’yi “demokratik sayma ya da saymama” bu ölçülerin nitelik ve kapsamlarına göre değişmektedir.

SERMAYEYE AYRICALIK

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle 1948 yılından sonra başlayan uluslararası sermaye akımı Demokrat Parti’nin ekonomik politikasına da uygun düşüyordu. 1950’den önce başlayan askeri-siyasal ilişkiler bu devrede gittikçe sıklaştı. Yabancı sermayenin yurt içindeki çalışacağı alanlar ve yasalar kabul edildi. Bu arada yabancı sermaye ve petrol kanunları yabancı uzmanlarca hazırlanarak yabancı sermayeye büyük ayrıcalıklar tanındı.

Bu koşullar içerisinde devletin yatırım politikasında bir artış görüldü. 1948-1951’de ulusal hasılanın yüzde 10.1 oranında olan yatırımlar, 1950-55’te yüzde 13.4’e yükselmiş, 1956-59 yılları arasında ise bu artış yüzde 13.8’i bulmuştu. Yatırımlarda özel sektörün payı yüzde 6-7 olup, bu yatırımların yarısından fazlası lüks mesken yapımına harcanmıştı.

Sanayi alanında “1964 İmalat Sanayii Sayımı” rakamlarına göre 1940’tan önce kurulmuş ve bugünde mevcut bulunan imalat sanayiinde özel işyerinin sayısı 344 olup, 1949’da bu sayı 368’e yükselmiştir. 1950-54’te 556, 1955-59’da 784 işyeri açılmıştır. Rakamlardan da anlaşılacağı üzere memlekette özel teşebbüsçülüğe doğru büyük bir gelişme vardı. Bunun yanında arsa fiyatları artmış, arsa satışlarında büyük kârlar elde edilmişti. Bu devrin söz edilmeye değer ekonomik olayları da bankacılık ve sigortacılık politikasındaki tutumlardı. Tarımsal krediler köylü yerine tarımsal üretimle ilgileri bulunmayan işadamlarına verilmiş, kredi dağıtan bankalar iflas etmiş, bu bankaların borçları da Hazine’ye ödetilmiştir. Bunların arasında Tutum Bankası’nın hikâyesi ilginçtir. Aktifinin yüzde 67.5’i olan 26 milyon kredi dağıtan bu banka iflas etmiş ve borçlarını Hazine kapatmıştır. Devlet bankalarının kredi politikası doğrudan doğruya devrin siyasal iktidarına bağlıydı. Kuruluş amacına göre üreticiye yardım etmesi gereken Ziraat Bankası’nın üreticiye değil ticari bir şirkete 76 milyon Türk Lira’lık kredi açması devrin ilginç örneklerinden biridir.

TİCARİ KATİPALİZM

1950-60 devrinde Batılı devletlerin yardımları büyük rakamlara ulaşmış, ancak yatırımlar ağır sanayiye değil montaj sanayii ile lüks mesken sahalarına yapılmıştı. Böylece, Türkiye’nin gerçek ihtiyacı olan büyük sanayi ve ulusal yapı içerisindeki endüstri devrimi gerçekleşmiyor; aksine uluslararası sermaye örgütlerine bağlı bir ticari kapitalizm yaratılıyordu.

Bütün bu ekonomik gelişmeden en çok zarar gören sabit gelirlilerdi. İşçi, memur gibi dar gelirliler bu devrin tüm sıkıntılarını yüklenmek zorunda kaldılar. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan subaylar da bu sıkıntının yıkıcı izlerini yakından görüyorlar ve siyasal koşullarında etkisi ile Demokrat Parti yönetiminden gittikçe soğuyup, ordu içinde 1956’da kurulan ihtilal gruplarının çalışmalarından da etkileniyorlardı.