'Asıl düşman korkularımız'

72. Venedik Film Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’ne değer görülen ‘Abluka’nın yönetmeni Emin Alper, "Klişe bir laftır ama, “Asıl düşman korkularımız.” Bizi paranoyaya sürükleyen düşman korkusu" dedi.

Kültür Servisi

İki kardeşin hayatı üzerinden paranoya ve kuşkunun toplumda yarattığı hayal ve gerçekliğe dair muğlaklığı ele alan ve bize “Kimin dost, kimin düşman olduğunu” sorgulatan bir film izlemek ister misiniz? Dünya galasını 72. Venedik Film Festvali’nin ana bölümünde yapan ve Nuri Bilge Ceylan’ın jüri üyesi olduğu festivalde ‘Jüri Özel Ödülü’ne değer görülen ‘Abluka’ bizi bu anlamda ablukaya alıyor. Bireysel bir paranoyayı izleyiciyle buluşturan filmin yönetmeni Emin Alper’le konuştuk.

Filmde iki kardeşi çepeçevre saran paranoya ve kuşkuyu oluşturan unsurun devlet olduğuna mı dikkat çekiyorsunuz?

‘Örgüt’ tam anlamıyla tarif edilmiyor. Sonuç olarak çizilen ortam bir tür ‘polis devleti’ ve şiddet ortamının taraflarından bir tanesini görmüyoruz. Hayalet bir figür olarak tarif ediliyor. Bunun sebebi de şu; aslında neyin düşman, neyin dost olduğunu tarif eden şey güç, büyük ölçüde devlet. Ülke çapında, siyasal anlamda belli taleplerin hangisinin meşru olup olmadığını, hangilerinin kabul edilebilir ya da hangi taleplerin bastırılması gerektiğini tarif eden temel güç devlet. Dolayısıyla dostla düşman arasındaki sınırı çeken güç devlet. Ben de bu sebeple devleti ele almak istedim. Evet bu anlamda, klişe bir laftır ama, “Asıl düşman korkularımız.” Bizi paranoyaya sürükleyen düşman korkusu.

Filminiz festivalleri gezerken Suruç patlaması gündemdeydi. Vizyon tarihine yakın zamanda da Ankara’da barışa bomba atıldı...

Filmin yaşadığmız güncel durumu yansıtması Türkiye için bir talihsizlik. Bu durumun filme ağır bir yük yüklediğini düşünüyorum. Ben eminim, bazı insanlar, “Tam da bu”, “Bunu yakalamışsın” gibi tepkiler gösterecekken, bazıları da içinde yaşadığımız gerçeklikle kıyasladığımız zaman filmi çok hafif bulacaktır. Bilemiyorum, filmi izledikten sonra seyircinin tepkisini anlayacağız.

Filmde göze çarpan aslında daha çok iki kardeşin psikolojik durumu gibi görünüyor.

Evet film, iki sıradan karakterin psikolojisini anlatıyor. Eminim bazı insanlardan böyle tepkiler gelecektir, “Neden doğrudan anlatmadın?” diye, ama bu da bir seçim tabii ki. Ben en başından beri bu hikâyeyi iki sıradan karakter üzerine kurmak istedim. Bence bu çok daha heyecan verici. Amacım iki sıradan karakter üzerinden dünyayı görmek, onların dünyayı nasıl algıladığını anlatmaktı. Savaş ortamında gittikçe paranoyaklaşıp deliliğe sürüklenmeleriydi beni asıl ilgilendiren.

Film bir ‘polis devleti eleştirisi’ olarak okunabilir mi?

Tabii şu anda seyirciyi şunu şöyle okumalı diye kodlamak istemem ama her şeyden önce bunu iki kardeşin hikâyesi olarak görmeliler. Filmde devlet daha somut bir şekilde işlenirken örgüt tamamen bir hayalet olarak bırakılıyor. Örgütün neler yaptığını, neden saldırdığını bilmiyoruz, ilgilenmiyoruz. Çünkü odak noktasında devlet ve devletin küçük insanlarla olan ilişkisi var. Dolayısıyla devlet ve örgüt aynı netlikte sunulmuyor. Bu filmi zaten polis devleti eleştirisi olarak okumak mümkün. Bir kere devletin mahalleyle olan ilişkisi, ablukalar, duvar yazıları, kavga gürültü, patlayan molotoflarla filmin geçtiği mekânın bir polis devletine dönüştüğünü görüyoruz. Yoğun bir muhalefetle karşı karşıya olan ve bu muhalefeti bastırmaya çalışan çaresiz kalmış, bu gecekondu mahalleleri gibi yerleri ele geçirmeye çalışan bir devlet portresi var.

Fotoğraf: Mehmet Kaçmaz