Âşık Veysel’e ait, gün ışığına çıkmamış defter!
Gün ışığına çıkmamış bir defter! Her elime alış saatlerime mal oldu...
Mustafa BalbayÂşıklar Bayramı'na katılan aşıklar bir arada.
Âşık Veysel, köyünde, çevre köylerde, düğünlerde, sohbetlerde çalıp söylerken kaderi Âşıklar Bayramı’nda değişti.
Sivas Milli Eğitim Müdürü Ahmet Kutsi Tecer’le Âşık Veysel 1930 yılında tanıştı. Ankara’da aldığı eğitimle genç Cumhuriyetin ilkelerini, hedeflerini benimseyen, bunları daha ileri götürmeyi, halkın içinde nüfuz etmesini sağlamayı kendisine ilke edinen Tecer, Sivas yöresinin yerel değerlerini de biliyordu. Bilmekle kalmıyor, araştırıyordu. İşte bu çerçevede 5 Ocak 1931’de üç gün süren bir Âşıklar Bayramı yapıldı.
<haber-dikey:1303415>
Bayram adına yakışır şekilde geçti. Âşık Veysel, Tecer’in evinde kaldı. Âşıklara verilen katılım ödülü 5’er liraydı. Âşık Veysel kendisine 10 lira verilince, öteki katılımcılara verilen parayı sordu. Gerçeği öğrendiğinde soluğu Tecer’in yanında aldı. Kendisine de herkes gibi 5 lira verilmesini istedi. Âşık Veysel’in başta para konusu olmak üzere ayrıcalıklarla ilgili tutumu yaşamı boyunca hep böyle olacaktı.
Bayramın bir başka önemi de katılan âşıklara “halk şairi” olduklarına dair bir belgenin verilmesiydi. Bu belge çok tanınmamış sanatçıların Anadolu kentlerinde kabul görmesi bakımından önemliydi. Âşık Veysel, bu belge ile Sivas’ın güneyindeki kentleri, köyleri, kasabaları adım adım dolaştı.
1934’te Soyadı Kanunu çıktığında Sivas’ta halk şairlerinin şiirlerine de konu olan Tecer Dağı’ndan etkilenerek bu soyadı alan Ahmet Kutsi Tecer, yaşamı boyunca Âşık Veysel’le bağını hiç koparmadı. Âşık Veysel, yıllar sonra bir söyleşisinde Tecer için şunu söyleyecekti:
“Dilimizin bağını çözdü...”
Üç kelimelik bu cümlede çok şey gizliydi. Âşık Veysel’in gerek kendi şiirlerini üretmesinde gerekse bunları sazıyla söyleyip kitlelerin önüne çıkmasında Tecer’in çok rolü oldu.
1933 yılı burada konu ettiğimiz herkes için ayrıca önemliydi. Cumhuriyetin onuncu yılıydı. Kutlamalarda Sivas yöresine düşen pay onuncu yılı en iyi anlatan şiirler üretmekti. O dönem Siviralan köyü Akçakışla nahiyesine bağlıdır. Ahmet Kutsi Tecer, Âşık Veysel’in de bu imeceye katılmasını istedi.
Âşık Veysel şiirini yazdı. Sivrialan köyünün o dönem bağlı olduğu Akçakışla Nahiye Müdürü Ali Rıza Bey şiiri çok beğendi.
Sonraki yıllarda Âşık Veysel’in toplu şiirlerine “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası” başlığıyla giren şiirde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on yılda karşılaştığı ve başardığı hemen hemen her şey vardı:
Türkiye’nin ihyası Hazreti Gazi Kurtardı vatanı düşmanımızdan Canını bu yolda eyledi feda Biz dahi geçelim öz canımızdan
Sinesini hedef etti düşmana Ölmüşken vatanı getirdi cana Çekti kılıcını çıktı meydana Gören ibret aldı meydanımızdan
Türkiye’yi adalette yaşattı Dağları deldirdi demir döşetti Millete bir altın kemer kuşattı Haşa nankör olman devranımızdan
Âşık Veysel bunu böyle söyledim Benden de yadigâr bu kalsın dedim Sözlerim yalan mı dinle efendim Kürre-i arz doldu hep şanımızdan Yarışmayla değişik şekillerde ilgili olan görevlilerin ağız birliği etmişçesine üzerinde birleştiği başlıca konu şu olmuştu:
Bu destan en kısa sürede Gazi Paşa’ya ulaşmalı.
Ulaşmalı ama nasıl?
Haydi Ankara’ya
Nahiye Müdürü Ali Rıza Bey bunu en kısa sürece yapabileceklerini söylüyordu. Âşık Veysel ise sabırsızdı. Bir an önce destanının Ankara’ya, Gazi Paşa’ya ulaşmasını istiyordu.
Bir süre bekledi, herhangi bir yanıt gelmeyince, yaşamının en önemli adımlarından birini attı. Can dostu, onu hiç yalnız bırakmayan, şehir şehir birlikte dolaştıkları İbrahim’e dedi ki:
“Haydi Ankara’ya gidelim. Mustafa Kemal’e çıkalım, şiirimizi kendimiz okuyalım...”
Âşık Veysel, İbrahim’le Sivrialan’dan yola çıktı. Tam üç ayda, Akdağmadeni, Çorum-Yozgat köyleri, Çankırı, Çubuk üzerinden Ankara’ya geldiler.
Çoğunlukla eşek sırtında yolculuk ettiler. Mola verdikleri köylerde genellikle kabul gördüler. Saz hem onların can yoldaşı hem de ahaliye aradaki mesafeyi kapatma gücüydü.
Maceralı bir yolculuktan sonra Cumhuriyetin başkenti Ankara göründüğünde bütün yorgunlukları geçmişti.
Gün ışığına çıkmamış bir defter! Her elime alış saatlerime mal oldu
Körükle Veysel’im körükle yansın
Tarihsel bir konu ya da bir kişi üzerine araştırma yapmak, bazen arkeolojik kazı yapmak gibidir. Beklemediğiniz bir anda, umduğunuzdan çok daha değerli bir esere ulaşabilirsiniz. Âşık Veysel’le ilgili yazılmış, benim ulaşabildiğim 40’a yakın kitapta doğal olarak, büyük ozanın yaşamöyküsü birbirine benzer dokularla kaleme alınmış. Elbette özde farklılık olması beklenemezdi. Bunlara ek olarak Şatıroğlu Ailesi ile uzun konuşmalar yaptım. Onlardan birinde aile üyelerinden birisine sohbetin sonuna doğru sordum:
Kim bilir, kimseyle paylaşmak istemediğiniz nice özel şeyler vardır, değil mi?
Önce, pek çok eşyanın köydeki Âşık Veysel müzesinde olduğunu söyledi. Sonra durakladı, devam etti:
- Aslında bende kimseyle paylaşmadığımız bir defter var... Bu tür anlarda, hamamda yüzen tas görüp suyun kaldırma gücünü keşfeden Arşimet gibi olurum. Âşık Veysel’e ait, gün ışığına çıkmamış bir defter!
Sarı siyah bezle kaplı, çizgisiz sarı yapraklı bir defter. Hemen tüm sayfaları dolu. 1944 yılında Eskişehir Çifteler, 1945 yılında Kastamonu Gölköy Köy Enstitülerindeki öğrenciler, Âşık Veysel’le ilgili düşüncelerini yazmışlar. Her birine bir sayfa ayrılmış, bazıları iki sayfa kullanmış. El yazılarının güzelliği... Âşık Veysel’e hitapta gösterilen derin sevgi, saygı, hürmet, hayranlık... Öğrencilerin içinden gelen sevgi cümleleri... Büyük ozandan etkilenip düşüncelerini şiirle ifade edenler... Doğrudan Âşık Veysel’i anlatan dörtlükler... Defteri her elime alış saatlerime mal oldu!
“Ey büyük şair, Ustam Âşık Veysel” diye başlamış Eskişehir Mihalıççık’tan gelen Çifteler Köy Enstitüsü öğrencisi Ali Selman, şöyle devam etmiş:
“Küçük yaşlarımdan beri duyduğum namınla sana pek candan bağlandım. Gramafonda, radyoda duyduğum güzel sanatlarını bir kere gözümle görmek istiyordum...
Ustam emin olun ki sizin yaşadığınız bu hayatı birkaç uzvumu kaybederek yaşamayı gönülden tercih ediyordum...”
Kütahya Gediz Şaphane nahiyesinden Mehmet Arıkök dugularını şöyle dile getirmiş:
“Üstadım Âşık Veysel’e. Seni hiç unutmayacağım. Çünkü bana öğrettiğin türküleri her zaman çığıracağım. Bu suretle seni anmış ve hatırlamış olacağım...”
Konya’nın Bozkır ilçesi Tepelice köyünden, Çifteler Köy Enstitüsü 5-F sınıfı 311 No’lu öğrencisi Mehmet Özçelik üç sayfa kullanmış. Sayfanın biri Âşık Veysel’e şiir. Başlığı “Körükle Yansın”:
İçimin ateşi kül bağlamıştı
Körükle Veysel’im körükle yansın
Bir zaman kalbimi pek dağlamıştı
Körükle Veysel’im körükle yansın
Talihsiz başında kara yazınla
Gönüller coşturan hoş avazınla
Derdinin ortağı oyma sazınla
Körükle Veysel’im körükle yansın
Ah!.. gönlüm gönlünle karışmak ister
Feleğe küsmüştü barışmak ister
İçim volkanlarla yarışmak ister
Körükle Veysel’im körükle yansın
Konya Akşehir Reis nahiyesinden İbrahim oğlu Mevlüt İz:
“Ey büyük hak şairi yüce üstat ...Küçük yaştan beri sizi bir kere olsun görmek için elimden gelen her şeyi yapmaya çalışıyordum.
Öğrettiğin birçok kıymetli türkülerini, hayatım boyunca daima seve seve söyleyerek sizi her zaman anarak hatırlayacağım...”
4-A sınıfından öğrencisi Selami Gençosman:
“Sizinle Çifteler Köy Enstitüsünde tanıştık. Berberce gezdik, berberce şakıdık. Berberce saz çaldık. Tabii bu günlük hayatımız ve hatıralarımız ilerde mazinin birer hatıraları olacaktır.
Bu hatıraları beni size ve sizi bana hatırlatacaktır.
Saygı ve hürmetler.”
“Ustam
Âşık babama
Seni babam kadar hatta daha fazla sevdiğimden ve babamla bir yaşıt olduğunuzdan size baba demek hiç zor gelmiyor.
Üstadım ne mutlu bana, çünkü 20’nci asrın meşhur adamı sensin, yanık gönlünü yanık tellere arkadaş ederek şaheserler yaratıyorsun... Bende saz çalma temelini siz attınız...
Talebeniz Naci Ön”
Sivrihisar Gerenli köyünden Raşit oğlu Beytullah Peker: “Üstat Veysel’e,
Türk yurdunun şairler yuvası olan şarki Anadolu’nun bir bülbülü gibi garip garip ötenlerden ve en kıymetlilerinden biri de Âşık Veysel’dir. Sesini radyoda duyup dayanamadığımız, hayalini görüp kendini göremediğimiz Âşık Veysel’le enstitümüzde dertleştik, dertlerimizi bölüştük.
Bu zaman içerisinde bize kendi ruhunun inceliklerini işlemiş aynı yolun yolcusu yapmıştır.
Âşık Veysel yanındakileri güldüğü zaman güldürür ağladığı zaman ağlatacak kadar kuvvetli bir sanata sahiptir. Biz de bunun talebeleri olduğumuz için kendimizi bahtiyar sayıyoruz... Âşık Veysel doğup ölmeyecek kadar kuvvetli bir halk şairidir...”
Defterin ikinci yarısı 1945 yılı Gölköy Köy Enstitüsü günlerine ait...
Çorum Alaca ilçesi Mahmudiye köyünden gelen Ramazan Şimşek:
“Büyük üstat, Bestelemiş olduğunuz türküleri dinlerken insan öyle bir heyecana kapılıyor ki, sanki kalplerimiz dışarı fırlayacak. Bu kadar güzel türkülerinizden hiç olmazsa birkaçını öğrenip her gittiğim yerde çalarak şerefinizi bir kat daha yükseltip sizi kalplerde yaşatabilirsem ne mutlu bana...”
Söz, son sınıf 544 No’lu öğrenci Sevim Ülker’in:
“Muhterem ve çok kıymetli üstat Âşık Veysel’e, Enstitümüze geldiğiniz zaman sizi hayret ve heyecanlar içinde görmek, kıymetli sazınızın teline dokunmanızı dört gözle her yerde bekler ve isterdim.
Sizin en yanık türkülerinizden ilham alarak kendi biçare gönlümü teskin ettim. Ben de anamdan üç aylıkken, babamdan ve yuvamdan üç yaşında ayrıldım. Memleketim Çankırı, kendim el elinde Manisa’da büyüdüm. 14 yaşında ilk mektebi bitirdim. Oradan Ankara’ya geldim, kardeşlerimi buldum. Onlarla birleşip buraya geldim... Sizi her yerde anacak ve arayacağım. Sizi her zaman her yerde yaşatacağım...”
Âşık Veysel’in müzeye dönüştürülen evinde 3 radyosu da sergileniyor
Öğrendiği, öğrettiği, ürettiği yer: Köy Enstitüleri
Her çiçekten bal yapar
Âşık Veysel’in yaşamında kurumsal olarak iki yer ayrı önem taşır: Halkevleri ve Köy Enstitüleri...
Cumhuriyetin kuruluşunda, Cumhuriyet devrimlerinin yerleşmesi, toplumun sadece seçilmiş bir kesiminin değil, tümünün çağdaş uygarlığın parçası olması için büyük işlev üstlenmiş bu iki kurum sonraki yıllarda çok tartışıldı. 1940 yılında Anadolu’ya kapılarını açan Köy Enstitülerinin sadece kurulduğu yerleri Türkiye haritası üzerinde işaretlemek bile eğitimde fırsat eşitliğinin fotoğrafıdır.
Bu okullar sadece ayakta kaldığı dönemde değil, sonraki yıllarda da hem Türkiye’de hem dünyada örnek proje olarak konuşuldu. Çoğu elektriğini kendisi üretiyordu. Binaların yapımı için ustalar yetiştiriliyordu. Kurulduğu yörenin özelliğine göre tarımın her alanında hem eğitimi hem üretimi gerçekleştiriyordu. Buradan mezun olan bir köy öğretmenine 150 kitap zimmetleniyordu. Görev yerine tahta bavuldaki bu kitaplarla birlikte gidiyordu. Mezun olan her öğrenci mutlaka bir müzik aleti çalıyordu.
İşte Âşık Veysel, Köy Enstitülerinin usta eğiticilerinden biri olarak Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Gölköy, Yıldızeli, Akpınar’da görev yaptı. Saz çalmasını öğretti, konserler verdi. Köy Enstitülerine gelen yazar, şair, sanatçılarla dostluk etti, öğrendi, öğretti.
Kimlerle tanışmadı ki?
Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ruhi Su, Ümit Yaşar Oğuzcan, Orhan Veli... Daha niceleri... Bu tanışmaların her biri zamanla kalıcı dostluğa, hatta ortak üretimlere dönüşmüştür.
Âşık Veysel’in en üretken olduğu dönem Köy Enstitüleri yıllarıdır. 1941’den 1946’ya dek 6 yerde görev yapan Âşık Veysel şiirlerinde toprağın, okulun, kardeşliğin, bereketin akla gelecek bütün temel değerlerin hakkını vermiştir.
Âşık Veysel’in onlarca dile çevrilen “Benim sadık yârim kara topraktır” şiiri Köy Enstitüleri ürünüdür. Âşık Veysel bu şiirinden sonra toprak üzerine konuşurken şöyle der:
“Eğer gözlerim görseydi toprağı göremezdim. Üzerine basar geçerdim. Şimdi toprağı çok iyi görüyorum, yaşıyorum, hissediyorum...”
Âşık Veysel’in Köy Enstitülerini anlatan şiiri de yine uzun bilgilere gerek kalmaksızın her şeyi özetlemiştir. İşte şiirden iki dörtlük:
Enstitü bir kovana misaldir
Her türlü çiçekten alır bal yapar
Yurdumuz içinde doğru bir yoldur
Memlekete kanat takar yol yapar
Mahmudiye Hamidiye Çifteler
Enstitü köylere yapacak neler
Bu toplu fikirle dağları deler
Kimisi makine kimisi bel yapar
Dedi ki okul
Âşık Veysel, babasının eline verdiği sazla iç yolculuğa başladığında başlıca kaynağı yine babası, çevresi, Bektaşi tekkeleriydi...
Şüphesiz bu kaynaklar Âşık Veysel için büyük zenginlikti. Yunus Emre’ye, Pir Sultan’a, Ömer Hayyam’a o yollardan gitmişti. Devamında Cumhuriyet gelmişti. Atatürk’ün aydınlığı onun da beynini, kalbini ışıtmıştı. Atatürk’le birlikte ortak ülküler edinmeyi, ortak bir vatanda yaşamayı, ortak hedeflere yönelmeyi öğrenmişti.
Köy Enstitüleri ile birlikte Âşık Veysel, şiirini de derinden etkileyecek, daha felsefi diyebileceğimiz boyuta çıkmıştı. Her şeyden önce kendi deyimiyle dili tümüyle çözülmüştü. Düşündüğünü istediği gibi ifade etme gücüne erişmişti. Yeryüzü ile gökyüzünü birleştirmişti.
Bütün bunların ötesinde okulun çağın en önemli buluşma yeri, geleceği oluşturma yeri olduğunu görmüş yazmıştı.
Şöyle diyordu okul için:
Dünyanın en zengin aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul
İnsanlara hizmet yaptığın gördüm
Merhametim duygum dedi ki okul
Radyo hayrete düşürdü beni
Her dilden biliyor yok amma canı
İlim akıl fikir yaratmış bunu
Lambası dalgası dedi ki okul
Bu kıtaları, tekkede gözünü açmış, okuması yazması olmayan bir kişinin kaleme aldığını bir kez daha vurgulayalım.
Âşık Veysel, “Radyo hayrete düşürdü beni” derken, bu buluşa günlük kullanımından öte bir bilinçle yaklaştığı aşikâr. Halen Sivrialan’da müze haline getirilen evinde, yıllarca kullandığı üç radyosu sergilenen Âşık Veysel’in ne kadar gelişime açık olduğunun en çarpıcı örneklerinden biri budur.
Köy Enstitüleri, insanın eğitimini her şeyin önüne alan, bu yanıyla çağı aşan özelliklerinin yanı sıra Âşık Veysel’le birlikte büyümenin onurunu ne kadar taşısa azdır.
Âşık Veysel, 1946’dan sonra Köy Enstitülerinde yer almama kararını elbet kendi iradesiyle vermiştir. Söyleşilerinde bu konu gündeme geldiğinde de net bir şekilde ifade eder. Ancak sonraki yıllarda gerek Köy Enstitülerinde gerekse tüm ülkede yaşananların Âşık Veysel’i farklı düşüncelere ittiği de bir gerçek.
SÜRECEK