‘Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi’

G.E.M. de Ste. Croix'nin kapsamlı araştırması Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi (Yordam Kitap); tarihsel kapsamı, politik duruşu ve sekiz yüz seksen sayfalık hacmiyle görkemli bir yapıt. Antik Yunan tarihi dendiğinde ilk akla gelen, uygarlığın en parlak döneminin yaşandığı, milattan önceki yüzyıllar oluyor genellikle. Ancak elimizdeki kitap, Doğu Akdeniz coğrafyasındaki uzun Roma hakimiyetini ve sonrasında bölge halklarının Hıristiyanlaştırılması sürecini de kapsadığından MS 7. yüzyılın yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor ve yaklaşık on dört yüzyıllık bir dönemi kapsıyor.

Yeşim Dinçer

Britanyalı tarihçi G.E.M. de Ste. Croix yapıtını, yalnızca İlkçağ tarihçileri ve Antikite araştırmacıları için değil, özellikle diğer dönemleri çalışan tarihçiler, sosyologlar, siyasal kuramcılar, Marx’ın öğrencileri ve “genel okur” için kaleme aldığını belirtmiş.

Bu açıklama, çalışmanın metodolojisini ve amacını kavrayabilmek açısından önemli. Croix, uygarlığımızın sadece kendi alanındaki şeyleri gören kişiler yetiştirme eğiliminin bir nevi körlük ve vicdan katılığına yol açtığı kanısında.

“Antik tarih”i çağdaş dünyadan belirgin bir şekilde ayıran bakış açısına karşı çıkarak bu ikisinin yakın bir ilişki içinde olduğunu göstermeyi hedeflemiş. Yüzlerce referans ve dipnot yardımıyla, tarihsel olgu ve olayları aktarırken bu perspektifi daima koruyor olmasından etkilenmemek elde değil.

David Harvey’e göre, Croix’nın yazılarının gücü, cılız farelerin hayatı pahasına semiren şişman kediler gibi daha az şanslı olanları sömürerek zenginleşen mülk sahibi sınıflara duyduğu haklı öfkeden kaynaklanıyor.

Harvey, ölümünün ardından kaleme aldığı anma yazısında onu, “tüm kuşakların en seçkin ve sıradışı antik tarihçilerinden biri” olarak tanımlamış (The Guardian, 10 Şubat 2000).

DOĞAL KÖLELİK KURAMI VE FITRAT

Yunan ve Roma dünyası, “alınıp satılabilir” köleliğin merkezi bir rol oynadığı, özgür olmayan emek ile karakterize olmuş bir köle ekonomisiydi. Bu çalışma antik dünyanın düzenini anlamamıza yardımcı olduğu kadar, kendi güncelimize tarihsel bir perspektiften bakma ve kimi süreklilikleri tespit olanağı da sunuyor.

Sözgelimi, Yunanlıların köleci toplumun ideolojik altyapısını oluşturan “doğal kölelik kuramı”nı okurken mevcut iktidarın dilinden düşürmediği “fıtrat” söyleminin kökenini keşfediyoruz.

Platon’un düşüncesine içkin olan, öğrencisi Aristoteles'in yazılı metinlerinde de yer alan kurama göre “doğaları gereği köleler” için bir efendiye tabi olmak hem faydalı hem de adil.

Croix, bu zihniyetin Yunanlılarla bitmediğini, sonraki yüzyıllarda Romalıların büyük çoğunluğu ve Hıristiyan alimleri tarafından da benimsendiğini; dahası modern Batı emperyalizminin temel payandalarından biri olan “geri ulusların himaye edilmesi” teorisiyle de bağdaştığını hatırlatıyor (s. 524-527).

Bazıları sırtında eyerle doğar; bazıları da onları boyunduruk altında tutmak ve sömürmek üzere üstün niteliklerle donatılmış olarak. “Kadınla erkek eşit olamaz çünkü fıtratları farklıdır”; “kaza sonucu ölümler madenciliğin fıtratında var” türü lakırdılar ile sınıflı, patriyarkal düzeni “doğallaştırmak”, onun aslında “değiştirilemez” olduğunu söylemekle eşanlamlı.

Bu, örtülü bir tehdit de içeriyor: “Doğal düzeni değiştirmeye kalkarsanız illaki kaos doğar ve toplum bundan zarar görür”. Oysa “ortak toplumsal çıkar”, “doğal işbölümü” gibi ifadeler egemenler ile ezilenlerin çatışan çıkarları arasındaki gerilimi hafifletmeye ya da düpedüz gizlemeye yarıyor çoğunlukla.

“SOSYOLOG OLMAYA DA ÇALIŞAN BİR TARİHÇİ”

Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi’nin kimi bölümlerini bağımsız makaleler olarak okumak da mümkün. Özellikle “Sınıf, Sömürü ve Sınıf Mücadelesi” başlıklı bölüm, Marx’ın metodolojisine ilgi duyan tarihçi ve sosyologlar için elverişli bir kavramsal çerçeve sunuyor.

Croix bu bölümde “Tarihsel sürece ve kendi toplumumuza dair kavrayışımız Yunan dünyasını sınıflar ve ‘sınıf mücadelesi’ üzerinden düşündüğümüzde daha fazla aydınlanıp güçlenir mi?” sorusuna yanıt arıyor.

Buna verdiği yanıt kuşkusuz olumlu. Levi-Strauss’un “Ben bir sosyolog değilim ve kendi toplumumuza yönelik ilgim ancak ikincil bir ilgidir” sözüne referansla “ben aynı zamanda sosyolog olmaya da çalışan bir tarihçiyim ve kendi toplumumuza yönelik ilgim birincil bir ilgidir” diye özetliyor kendi tutumunu (s. 52).

Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta, yazarın “sınıf mücadelesi” nosyonunu, siyasi düzlemde açık mücadelenin görünür olduğu durumlarla sınırlamaması.

Böylece, sınıf bilinci ve etkin siyasi çatışma içermedikçe bir ihtilafı sınıf mücadelesi olarak kabul etmeyen yaygın kullanımın dışına çıkıyor:

“Elbette, Yunanlıların kölelerinin kendilerini siyaseten ifade edebileceği herhangi bir aracı yoktu: Etnik olarak çok heterojenlerdi ve genellikle efendilerinin dili dışında birbirleriyle iletişim bile kuramazlardı, bu nedenle Sicilya’daki koşulların kitlesel ayaklanmaları mümkün kıldığı MÖ 2. yüzyılın sonları gibi çok nadir istisnalar dışında efendilerine karşı açık bir siyasi mücadele vermeyi ümit edemezlerdi. Fakat iktisadi sınıflara ayrılma, eğer doğası gereği, her şeyden önce sömürünün nasıl meydana geldiğinin -yani mülk sahibi sınıfın mülksüzler üzerinden nasıl geçindiğinin- bir ifadesiyse o halde sömüren ve sömürülen sınıflar arasında o ölçüde, kesintisiz bir mücadele vardır. Antikitede bu mücadele, sadece efendiler onu etkin bir şekilde sürdürebilseler de, her şeyden önce efendiler ve köleler arasındadır.” (s. 94)

Croix’nın çizdiği resimde efendiler, kendi kölelerini boyunduruk altında tutmak için sürekli bir sınıf mücadelesi yürüttü. Bu mücadelenin aygıtları, zincir ve kamçıdan ibaret değildir. Efendilerin köleleri, konumlarını itiraz etmeden kabullenmeye ve hatta belki de bunun onların çıkarına olduğuna ikna etmek için kullandıkları propaganda da, ister samimiyetle ister ikiyüzlüce yapılsın, sınıf mücadelesinin önemli bir biçimidir.

BİR SINIFI OLUŞTURAN NEDİR?

Croix, Marx’ın hiçbir zaman “sınıf” terimine belirli bir tanım getirmediğini hatırlattıktan sonra, düşünürün yapıtlarından yola çıkarak ulaştığı tanımı şöyle veriyor: “Özünde bir ilişki olan sınıf, sömürü olgusunun kolektif toplumsal ifadesi, sömürünün toplumsal yapı içindeki cisimleşme biçimidir” (s. 67).

Sömürü, ücretli emekçilerin, kölelerin, serflerin, kiracı çiftçilerin ya da borçluların, belirli işverenler, efendiler, toprak sahipleri ya da tefeciler tarafından sömürülmesinde olduğu gibi doğrudan ve bireysel de olabilir; vergi, askere alma, angarya ve diğer hizmetlerin üstün bir sınıfın hakimiyetindeki bir devlet tarafından, belirli bir sınıf ya da sınıflardan (küçük bağımsız köylüler gibi) elde edilmesinde olduğu gibi dolaylı ve kolektif de.

Bu kavramsal çerçeveden hareketle yazar, kimi özgün ve üzerinde dikkatle durulması gereken tespitlerde bulunuyor: Bunlardan birincisi, her bireyin sadece tek bir sınıfa mensup olmayabileceği. “Genellikle bir sınıfa mensubiyet çok daha belirgin olsa da bazıları kimi açılardan bir sınıfın mensubu, başka açılardansa başka bir sınıfın mensubu olarak görülebilir" (s. 68).

İkincisi ise kadınların ayrı bir sınıf olarak değerlendirilmesi gerektiği. Antikitede en yüksek sınıfa mensup bir kadının sınıfsal konumu büyük oranda cinsiyeti tarafından belirleniyordu.

Çünkü babası ve kocası mülk sahibiyken kendisi mülkiyet haklarından mahrum bırakılmıştı ve sınıfsal konumu onlarınkinden çok daha aşağıdaydı. Tabii bir de Aristoteles'in verdiği, köle satın alacak gücü olmadığı için karısını ve çocuklarını kullanan mülksüz erkek örneği var.

Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi, Marx’ın genel toplum çözümlemesinin değerini ve zenginliğini ortaya koyan bir yapıt. Çağdaş Sümer’in akıcı çevirisinin kitabın okunmasını ve anlaşılmasını kolaylaştırdığını da son söz olarak ekleyelim.