Doğan Kitap'tan Klasikler Serisi
Doğan Kitap Klasikler serisine hız kesmeden devam ediyor. Seriden bugüne kadar Suç ve Ceza (Dostoyevski), Yüzbaşının Kızı (Puşkin), İnsan Neyle Yaşar (Tolstoy), Goriot Baba (Balzac), Madam Bovary (Flaubert), Muhteşem Gatsby (Fitzgerald), Beyaz Diş (London), Genç Werther’in Acıları (Goethe), Notre Dame’ın Kamburu (Hugo), Babalar ve Oğullar (Turgenyev), Ölü Canlar (Gogol), Gurur ve Önyargı (Jane Austen), İki Şehrin Hikâyesi (Dickens), Gölge Kadınlar (Zweig) yayımlandı. Önümüzdeki aylarda da Çehov’un eserleri, Anna Karenina (Tolstoy), Kızıl ile Kara (Stendhal), Jane Eyre (Bronte) ve Mrs. Dalloway (Woolf) okurlarla buluşturulacak.
Aslı GüneşYeryüzünde hikâyenin olmadığı bir distopya düşünsenize; kimsenin kimseye bir şey anlatmadığı, bütün varlıkların derin bir unutuşa sürüklendiği hikâyesiz bir dünya.
Öyle bir dünya ki, puslu bir Petersburg manzarasında, paltosunun cebine yerleştirdiği baltayla, bir “bit” olarak gördüğü tefeci kocakarıyı öldürmeye hazırlanan yakışıklı hukuk öğrencisi Raskolnikov’un hikâyesini anlatmayacak kimse.
Öyle bir dünya ki, iç sıkıcı taşra kasabasından, tatsız tuzsuz kocasından bir nebze olsun kurtulmak için aşk romanlarının karşı konulmaz tehlikesine dalan Madam Bovary’nin neden siyanür şişesine uzandığını hiç bilemeyeceğiz.
Öyle bir dünya ki, Balzac 19. yüzyılın çamurlu sokaklarına, monarşinin görkemli çöküşüne, burjuvazinin o “görgüsüz” doğuşuna, vitrinlerin ışıltısında ruhunu Mephistopheles’e satmaya çalışan biçare öğrencilere bakıp, devasa İnsanlık Komedyası’nı düşünecek ama bize tek kelime söylemeyecek. Goriot Baba’yı, kızları ve Rastignac, o “tek gözü kör unutuş”a gömülecek.
Dickens, sisler altındaki Londra’da yankesicileri, dilencileri, mahkûmları anlatmayacak. Hikâyeleri bilmediğimiz için hiçbir zaman Büyük Umutlar’ımız olmayacak. “Zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü” neydi, hiç bilemeyeceğiz.
KLASİKLER BİZE HİÇ İHANET ETMEDİ!
Öyle bir dünya ki, İngiliz taşrasında günlerini nakış yaparak, dans ederek, pencereden sokağı temaşa ederek geçiren kızların, “beyaz atlı prensler”ini nasıl bulduklarını, evlilik denilen sıkıcı kurumun içine “aşk” denilen cilveli oyunbazın nasıl sızdığını; gururlu erkeklerin, ön yargılı kadınların bildik “pembe panjurlu ev” masalını nasıl başlattıklarını da öğrenemeyeceğiz.
Hikâye anlatılmayınca, kendine ait bir odası olsa bile, Jane Austen da Darcy’yi Elizabeth’i, Jane’i, Mr. Bingley’i, tatlı çöpçatan Emma Woodhouse’u, Mr. Knightly’yi sandığa kilitleyecek, o zekâ dolu cümlelerini belki de hâlâ neden evlenmediğini soran meraklı komşularına karşı kullanmakla yetinecekti.
Öyle bir dünya ki, bir sabah kendini devcileyin bir hamamböceğine dönüşmüş bulan Gregor Samsa’nın can çekişen haline bakıp nasıl acınası, nasıl trajik bir varoluşumuz olduğunu öğrenemeyeceğiz.
Öyle bir dünya ki, eviçlerini sıkıntıyla dolduran kadınlara bakıp Anna Karenina’yı düşünmeyeceğiz. Çünkü Tolstoy onu bize anlatmamış olacak.
Öyle bir dünya ki, devrimleri, savaşları, aşkları, köyleri, kentleri, insanları derin bir yokluğa terk edeceğiz.
Oysa “Anlatmak hemen her zaman bir armağandır. Anlatılan hikâye zehir taşısa ve saçsa bile; aynı zamanda bir bağdır, güven duymaktır.” diyor Javier Marias.
Ve yine “Er veya geç ihanete uğramayan güven nadirdir” diyen Marias’a bu konuda kulak asmamak gerek. Klasikler bize hiç ihanet etmediler çünkü.