Andrew Scull'dan 'Uygarlık ve Delilik'
Andrew Scull, uzun yıllar süren araştırmalarının ürünü olan “Uygarlık ve Delilik”te, deliliğin Antik dönemden bugün gelene kadar nasıl algılanıp “tedavi” edilmeye çalışıldığını anlatırken günlük yaşamda ve kültürde yer alış biçimlerini aktarıyor.
Ali Bulunmaz / Cumhuriyet Kitap EkiDarian Leader, geçen aylarda Türkçeye çevrilen Delilik Nedir? isimli kitabında (Çev. Barış Engin Aksoy, Encore Yayınları, 424 s.), deli denen kişinin, kopmadığı gerçekliği ters yüz ettiğini söylüyor, bunun ateşleyicisi olarak da hezeyanı gösteriyordu. Yazar, böyle bir psikotik öznenin tedavisinde en izlenmeyecek yolun, klinisyenin hastayı kendi gerçekliğine çekmesi olduğunun altını çizmişti. Çoğumuzun “normalleştirme” dediği tedavi anlayışını eleştiren Leader, klinisyenlerin bu hareketle ancak “yerli halkları kendi iyiliği için eğiten bir sömürgeci haline geleceğini” ifade etmişti.
Yukarıda bahsi geçenler, on dokuzuncu yüzyılda psikolojinin boy vermesiyle şekillendi. Daha doğrusu, bu biçimde ifade edilmeye başladı. Andrew Scull ise Uygarlık ve Delilik’te, konunun tarihçesine yönelip deliliğin öyküsüne odaklanıyor.
MANEVİ, TOPLUMSAL VE TIBBİ “ŞİFA”
“Sağduyu dünyasına yabancılaşma” şeklinde tanımladığı deliliğin, bilincimizi ve günlük hayatımızı sarstığını söyleyen Scull, “akıl hastalıklarının”, insanın hayal gücünde sürekli yer kapladığından bahsediyor. Psikiyatrların karşı çıkmasına rağmen delilik sözcüğünü, konuyu efsaneye indirgeme niyetiyle değil, tarihsellikle bağlantılı olarak kullanıyor.
İki bin yıllık bir tarih bu; yani deliliğin, dile yerleştiği zaman dilimi. Dolayısıyla kültürel bir bağlamı var. Böylece kanı, kanaat ve yorumların iç içe geçtiği bir hikâye yürürken öte yandan da gerçeklerin yer aldığı bir tarihle karşı karşıyayız. İşte tam da bu yüzden Scull, genç psikiyatri tarihi yerine çok daha eskiye uzanan deliliğin tarihini yazmayı uygun görüyor.
“Kötü ruhların”, hayatın akışını tersine çevirdiğine dair görüş, kadim inanışlardan günlük hayata dek, yaşamdan kopuşu veya gerçeklerle yüzleşmeyi maskeledi. Antik dünya insanları, bu maskelemenin farkında bile değildi. Deliliği lanetlenmeye bağlama, Yahudi geleneğinden (İsrailoğullarından) doğdu. Scull’ın “keder”e ve “içe kapanıklığa” yaptığı gönderme, “lanetlenen kişiye huzur vermeyen kötü ruhlar”ın bir yansıması. Devlet yönetimindeki talihsizliklerin, günlük hayatın tehlikelerinin, dinsel ve doğaüstü biçimde açıklandığı zamanlarda, deliliğin yarattığı dönüşümler ilahi hoşnutsuzluğa, büyülenmeye ve kötü ruhlara bağlanıyordu.
Antik Yunan’da savaş durumunda kızışan delilik, destanlara ve efsanelere konu olmuştu; ilahi öfkeyle delilerin öfkesi birbirine karışıyordu. Hippokrates’ten sonra, deliliğin fizyolojik açıklamasına geçildiğini söyleyen Scull, böylece önceki dönemlere göre daha sistematik ve bilimsel sayılabilecek yorumlar getirildiğini belirtiyor. Bununla birlikte delileri, katil olanlar, zırvalayanlar ve fitne peşinde koşanlar diye sınıflandıranlar da çıkıyor.
Cinnete, melankoliye, cinlere, histeriye ve hatta sara hastalığına bağlanan delilik, Antik dünyada gerçek dışını, gerçek olarak algılama biçiminde tanımlanmıştı. Scull’ın aktardığına göre bu, kişide aklı ve idraki bulandıran bir dengesizliğe yol açıyordu.
Scull’ın bahsettiği dengesizliğin en büyük kaynağı melankoliydi. Hatta bu hal, bedensel bir bozukluk olarak görülüyor; melankolinin, hayal gücünü bozduğu, beynin işlevini yerine getirememesine neden olup yanlış bildirimlerde bulunarak kişiyi delirttiğine inanılıyordu. On yedinci yüzyılda hayli yagın olan söz konusu inanç, dönemin ileri gelen doktorlarınca “bilimsel” bir kisveye büründürülüp sanrılar ve hezeyanların kaynağı sayılıyordu. Daha çok görgülü, bilgin ve dahilerin muzdarip olduğu bu ruhsal bozukluk için art arda açılan hastanelerde çeşitli hizmetler sunuluyordu.
Yazar, kurulan ilk hastanelerde bu kişilere şiddet uygulamanın rutin bir “tedavi” yöntemi olduğunu da not ediyor. Aynı dönemlerde, tehlikeli görülmeyen delilerin toplumun insafına bırakılarak “serbestçe” dolaşmasına izin verilmesi de benzer bir uygulama. Bu durum manevi, toplumsal ve tıbbi “şifa”nın birlikteliğini simgeliyor.
Bir tarafta hastanelerde “şifa” arayanlar söz konusuyken öte yandan sanatta deliliğin yansımaları görülüyordu. Scull, özellikle 1600’lerin sonu, 1700’lerin başından itibaren tımarhane sahnelerinin tiyatroda epey yer kapladığından bahsediyor. Herkese açık olan tiyatrolarda, cahillerin özümseyebileceği şekilde deli portreleri sunulurken tımarhanelere kapatılan meczuplarla ilgili doyurucu bilgilerin ayaküstü verildiğini de yazıyor Scull.
KAPATMA “TEDAVİSİ”
Tıbbi çalışmalardan çok, dinî kurumlarca yürütülen “tedaviler”, hatta ibadethanelerde yatıp kalkma ya da cin kovmanın, deliliğin “çözümü” sayıldığı dönemde cadılar, hortlaklar, gulyabani ve perilerin büyülediği ya da çarptığı insanlardan söz edilmesi dikkat çekici. On altıncı ve on yedinci yüzyıldan itibaren deliliğin, o dönemlerde moda olan melankoliden kaynaklandığına inanılmaya da başlanıyor. Scull, dehayla delilik arasındaki çizginin, bize tam da bu zamanlardan miras kaldığını söylüyor. On yedinci yüzyılda filizlenen ıslah çalışmaları, Hollanda’dan başlayıp Fransa’yla devam eden kapatma geleneğini tetikliyor. Scull’ın andığı gelenek, “akıl ve sağduyudan yoksun kişilerin şehirlerde dolaşıp rezalet çıkarmasını engelleme” amacı taşırken “meczupları”, “sağlıklı” insanlardan ayrıştırma harekâtına girişmenin itici gücü oluyor. Delilerle ilgili girişimciliğin en üst düzeyde olduğu bu dönemde, meczupların eklenti statüsüne indirgendiği bir gerçek. Ancak Scull, Foucault’nun ortaya koyduğu kapatma teorisinin, o yıllar için biraz abartıldığını söylüyor. Yine de ailelerden gelen baskıyla “kurumlara” kapatılanların, tehlikeli görülmesi nedeniyle zapturapt altına alınması, kayda değer hak ihlallerinin doğmasına yol açıyor. Söz konusu “tıbbi” edim, aynı zamanda “ahlaksızları” yola getirmeyi de hedeflediğinden büyük bir temizlik anlamına geliyor.
“MECZUP ERBABPLIĞI”
Toplumun “düzenini” bozma ihtimali bulunanların yaşarken öldürülmesi demek olan kapatma, Scull’ın hatırlattığı üzere, on sekizinci yüzyılda “meczup erbaplığı” diye nitelenen yeni bir mesleğin doğmasını sağlıyor. Yazar, paranın nasıl ve nereden geleceğini bilen girişimcilerin kurduğu bu mesleğin ilk icracılarının, kapatılması gereken ailesiz ve yoksulları göz önünden kaldırıp “kurumlara” gönderen yerel papazlar olduğunu anımsatıyor. Bu, gayrıresmî bir tımarhane şebekesiydi ve kısa süre sonra bir tür engizisyon olarak anılmaya başlanacaktı.
Scull, kapatmanın ve yeni “tedavilerin” sistematikleşmesine, peş peşe açılan tımarhanelerin önayak olduğunun altını çiziyor. Bu “kurumlar”, yeryüzünün tamamında delileri “misafir ediyor.” Yazarın “emperyal psikiyatri” dediği bu eylem, yerli inançlara ve âdetlere tepeden bakma refleksi geliştirip sömürgelerdeki “delileri”, ya kendi topraklarında ya da merkezlere kapatarak hem “manevi” hem de “tıbbi tedaviler” uyguluyordu. Scull’ın “yeni cefa coğrafyası” dediği modern tımarhaneler, meczupları sosyal bir alanda toplama amacıyla kurulmuştu. Buralarda çalışan hekimlerin uzman kimliği, “akıl hastanesi sisteminin varlığına ve genişlemesine sıkı sıkıya bağlıydı.”
“Modern yaşamın bütün nahoş kusurlarının dışlandığı minyatür dünyalar” yaratılırken oraların hâkimi ise yetkileriyle uygulamaları hep tartışılan müdürler ve hastabakıcılardı. Peki, onların geniş yetkilerle donatılmasına neden olan “kurumlar” niçin çoğalıyordu? Kimi asabiyeci ve akliyeciler, bu artışı, doğaya aykırı uygar yaşamın getirdiği strese bağlıyordu. Bir başka deyişle deliliğin nedenlerinin, doğaüstü güçlerle açıklandığı dönemden, günlük yaşamın genişleyen sınırlarıyla ve hayatın insanda yarattığı gerilimle açıklanma evresine geçilmişti: Toplum ilerledikçe delilik artıyor; çalışanlar, hırslılar ve başarılılar risk grubunun en tepesinde yer alıyordu. Söz konusu gruptan biri deli olarak tescillendiğinde, medeni haklarını ve özgürlüğünü yitiriyordu.
Scull’ın hatırlattığı üzere “zengin, başarılı ve hırslı meczupların akıl hastanelerini ağzına kadar doldurduğu” eksik bir bilgiydi çünkü bu “kurumlardaki” sayıca fazla olan kesim, fakir delilerdi. Devlet hazinesinden destek alması, onların yoksul olarak nitelenmesi için yeterliydi ve delilik, bu insanları o haktan mahrum bıraktığından, ekonomik durumları daha da ağırlaşıyordu. Dolayısıyla hızla yoksullaşıp akli dengesizliklerini biraz daha artan bu kişiler, git gide bir mengeneye sıkışıyodu.
GODOT’YU BEKLER GİBİ…
Freud, bilinçaltına inince deliliğe bakışın seyri değişmeye başladı. Scull, o noktaya gelene kadar, araştırmalarını zihne yoğunlaştığına dikkat çektiği Freud’un, deliliği, herkeste pusuya yatmış bir şey olarak tanımladığını hatırlatıyor. Yazar, deliliğin gizlendiği yerden çıkıp insanları topyekûn bir çatışmaya sürüklediği Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda, çarpışmaların yan etkilerinin de bireyi çıldırtmaya yettiğini gösteren örnekler sıralıyor: “Her iki taraftaki generaller, vicdandan yoksun kalmışçasına, alt rütbeli subayları ve diğer rütbelerdeki askerleri milyonlar halinde kıyma makinesine sürerek neredeyse bütün bir genç kuşağı bedenen ya da zihnen yok etti. Askeri isyanlar, Rusya’da çarlık rejiminin çöküşü, kıyımın çapı, çarpışmanın beyhude oluşu, kısacası hiçbir şey, politikacıları sarsacak gibi değildi. Uygarlığın yok olmaması için delilik sürmeliydi. Oysa tam da yok oluşun eşiğine geldi.”
Bu tarihlerden sonra, gerek “toplumsal düzeni” gerek kapatıldığı merkezin rutinini bozanlara etkili “tedaviler” (elektroşok, lobotomi vb.) uygulanırken bunların alternatifi olarak ise Freud’la özdeşleşen psikanaliz ve yirminci yüzyılın son çeyreğiyle yaygınlaşan ilaç tedavisi gösterilmeye başlandı.
Scull, deliliğin nöropatolojik nedenlerinin açığa çıkmasını, Godot’yu bekler gibi beklediğimizi söylüyor. Bunda beyni, toplum dışı ya da toplum öncesi bir organ gibi saymamamız gerektiği düşüncesi etkili. İnsanın gelişiminin kusursuz işlemediğini göz önüne alan Scull, deliliğin köklerinin biyolojik ve sosyal yaşamın bulanıklığında aranma zorunluluğunu vurguluyor. Tam da bunlardan dolayı, “delilik hâlâ temel bir bilmecedir, akla karşı bir serzeniştir, bizzat uygarlığın kaçınılmaz bir parçasıdır” diyor.
Dünya ve insanoğlu, yeni deliliklere hazırlanırken Scull, gündeme getirdiği yakın ve uzak geçmişin örneklerinden ve “şifa” niyetiyle ortaya konan uygulamalardan kimi hisseler çıkarmamız için bir kapı aralıyor.
Uygarlık ve Delilik/ Andrew Scull/ Çeviren: Nurettin Elhüseyni/ Yapı Kredi Yayınları/ 378 s.