Anayla kızın sevgi nefret ilişkisi
!f filmleri bir bir gösterime giriyor.
Sungu ÇapanGeçen pazar sona eren !f’in açılış filmi olup bugün gösterime giren “Lady Bird-Uğur Böceği”, son yıllarda “Frances Ha”, “Maggie’s Plan”, “Mistress America”, “Jackie” gibi filmleriyle tanıdığımız, bağımsız filmlerin kraliçesi olarak da anılan, Kaliforniyalı oyuncu Greta Gerwig’in senaryosunu yazıp yönettiği ilk uzun metrajı.
Uzun kollarını, bacaklarını nereye koyacağını bilemeyen, doğal, saf, sakar oyunculuğu ve alışılmışın dışındaki boylu poslu fiziğiyle dikkati çeken Gerwig’in, Joe Swanberg’le birlikte yönettiği “Night and Weekends”in ardından yönetmenlikte ısrarlı olacağını örnekleyen “Lady Bird-Uğur Böceği”, üniversite eğitimi için kafasına göre uygun bir okul araştıran, kendine Uğur Böceği adını takmış, Sacramento’lu delişmen genç kız Christine’in (gelecek vaat eden, yetenekli oyuncu Saoirse Ronan bu role cuk oturmuş) yakın çevresindeki arkadaşları ve aile bireyleriyle, özellikle de annesiyle yaşadıklarını içtenlikle hikâye eden, özünde sade, naif ve sevimli bir ‘ilk film’.
Son kuşak Amerikan yönetmenlerinin en önemlilerinden Noah Baumbach’ın imzasını taşıyan, senaryosunu Gerwig’in Baumbach’la ortaklaşa yazıp başrolünü de üstlendiği ve parlak performansıyla adını duyurduğu “Frances Ha” (2012), modern dans sevdalısı olup da bir türlü dansçı olamayan ve sokaklarını arşınladığı New York’a tutunmaya çalışan, sonunda hayallerine set çekip yüzleştiği ‘sıradan olmak’la baş etmeyi öğrenerek büyüyen, çocuksu ve havai bir genç kızın hikâyesini anlatıyordu, kahramanıyla dalgasını geçen, sevecen ve matrak, keyifli bir anlatımla. Günümüzde gitgide akıllı telefon teknolojisine bağımlı hale gelmiş, Gerwig’in de dahil olduğu milenyum kuşağının büyümeyetişme sorunsalını ele alışı ve konusuna duygusal yaklaşımı bakımından “Frances Ha”yı çağrıştıran “Uğur Böceği”, otobiyografik öğelerle destekli, gençlik dönemine özgü farklı duygusal ve ruhsal durumlara yer vererek, yine alçak gönüllü bir mizaha dayanan, biraz geveze kaçmış ama görsel ve biçimsel bakımdan etkileyici ve samimi bir sinema üslubuna erişmiş, sonuna dek ilgiyle seyredilen bir ‘büyüme hikâyesi’.
Sakin, sevecen babası Larry’nin işten çıkarılmasıyla evi geçindirme sorununu yüklenmiş, hemşire annesi Marie’yle (sürekli oynatıldığı yan rollerde paslanmış Laurie Metcalf bu kez annede çok iyi) başı hep beladadır lise sondaki Christine’in, çünkü habire tartıştığı Marie, ders notları düşük, aklı hep karışık, fevri ve patavatsız kızının her davranışına karşı çıkar, malum anne-kız çatışması sonucu. Christine’se yaşadığı Sacramento’dan kaçıp bir an önce bir New York üniversitesine girmek ister. Bu arada yakın olduğu tombul kız arkadaşını lisenin gözde, özgüveni yüksek, seksi bir başka kız arkadaşıyla değiştirir, ilk aşk arayışlarından da geri durmaz, okul sahnesinde birlikte oynadığı Lucas Hedges’ten beraber yatağa girdiği (“Beni Adınla Çağır”la ünlenen) Timothée Chalamet’ye dek. Özetle diyeceğim, çeşitli dallarda Oscar’lara aday gösterilen, bol diyaloglu ve samimi tavırlı “Uğur Böceği”, bir yıldan kısa bir sürede geçen hikâyesinden karakterlerine, klasik anlatı yapısından başarılı oyunculuklarına varana dek sinemaseverlere salık verilecek türden, görülesi bir film.
‘Savaştan Sonra', ırkçılık karşıtı
2. Dünya Savaşı’nın ertesinde ABD’de Mississippi kırsalında, çamur ve balçıktan geçilmeyen bir çiftlikte, büyük kentten göç etmiş bir beyaz aileyle burada nicedir boğaz tokluğuna ‘köle gibi’ çalışmış, siyahi bir ailenin, biri pilot öbürü piyade olan savaş kahramanı oğullarının (Garrett Hedlund’la Jason Clark) eve dönüşleri, sıra dışı bir arkadaşlık kurmaları ve sonrası üzerinden, ırk ayrımının sadece kâğıt üstünde kaldığını vurgulayan ve bize dehşetengiz Ku-Klux Klan sahneleriyle yıllar sonra o sarsıcı Alan Parker filmi “Mississippi Yanıyor”u (ya da Spielberg’in göz yaşartan “The Color Purple”ını) anımsatan, kadın elinden çıkmış, (yönetmeni Dee Rees, kameramanı Rachel Morrison, montajcısı Mako Kamitsuna kadın olan) etkileyici bir melodram. Yine !f’ten piyasaya düşen “Mudbound-Savaştan Sonra” biraz şematik senaryosuna karşın önyargı ve ırkçılık karşıtı mesajıyla iz bırakan, aslında ABD’de sosyal hiyerarşinin nasıl da pek değişmediğini yansıtan, 4 dalda Oscar adayı, haftanın seyredeğer filmlerinden biri bence.