Anayasa Reformuna İlişkin Aldatmacalar -II-
cumhuriyet.com.trTarafsız bir hakem rolündeki Cumhurbaşkanı’nın seçiminde bile uzlaşmanın sağlanamadığı, üstelik böyle bir uzlaşmayı savunan yaklaşımların, demokrasi karşıtı düşünceler olarak gösterilebildiği bir ortamda anayasa reformu yapılamaz. Yapılırsa bunun adı reform değil, anayasa deformasyonu olur.
AKP’nin anayasa reformuna ilişkin olarak sürdürdüğü politikalar, kamuoyunu aldatmaya yönelik söylemler açısından yargı reformu ile paralellik göstermektedir.
1) Anayasa reformu bağlamında sık sık duyduğunuz “ideolojiden bağımsız” ya da “renksiz” anayasa söylemleri, bunun ilk uygulamasıdır. Her anayasa, kendi oluşumunu sağlayan sosyal ve siyasal hareketlerin ve dünya görüşünün izlerini taşır ve bunlar içinde vazgeçilmez nitelikte gördüklerini mutlak koruma altına alır. Cumhuriyet anayasalarımızın ortak mirası olan ilkeler bu niteliktedir. Federal Alman Anayasası da nasyonal-sosyalist geçmişine bir tepki olarak insan haysiyetine, federal, demokratik ve sosyal hukuk devleti düzenine ya da direnme hakkına dokunan bir anayasa değişikliğine izin vermemekte, bu değerleri korumak üzere “mücadeleci demokrasi” kavramını benimsemektedir. AİHM de şeriat düzeninin ve çok hukukluluğun AİHS’nin arkasında yatan demokrasi anlayışıyla bağdaşmadığını vurgulamaktadır. Bu da Batı demokrasisinin dayandığı ideolojinin bir yansımasıdır.
Kısa anayasa söylemi
İdeolojiden bağımsız ve renksiz anayasa söylemleri, çoğu kez belli bir siyasal ve ideolojik hedefi gizlemek ve bu hedefi engelleyen anayasa kurallarını uzun vadede ortadan kaldırmak amacıyla kullanılır. Bunun gibi, kısa anayasa söylemi de anayasanın siyasal iktidar için öngördüğü sınırlama ve yükümlülükleri asgariye indirerek, aynı amaca hizmet eder. Antidemokratik rejimlerden ağzı yanmış olan ülkelerin anayasaları bizimkinden kısa değildir.
2) Anayasa Mahkemesi ile ilgili demokratik meşruiyet tartışmaları da bir başka aldatma konusudur. Ulusal iradeyi doğrudan temsil eden bir organı denetleme görev ve yetkisinin “anayasa mahkemesi” adı altında ayrı bir mahkemeye verilmesi, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan oldukça yeni bir düşüncedir. Bu nedenle anayasa mahkemelerinin ilk kuruluş aşamasında böyle bir yetkinin “demokratik meşruiyet” düşüncesini gündeme getirmesi doğaldır. Ancak aradan geçen yarım yüzyıla yakın bir uygulamadan sonra, anayasa mahkemeleri, çoğulcu demokrasilerin vazgeçilmez bir parçası durumuna gelmiştir. Yakın zamanlara kadar ön denetimden öteye geçememiş olan Fransa bile, somut norm denetimine ilk adımını atmış bulunmaktadır. Günümüzde artık demokratik meşruiyeti Anayasa Mahkemesi üyelerinin yasama organı ile organik bağında aramak oldukça eskimiş bir düşüncedir. Anayasa mahkemelerinin meşruiyetini, organik bağdan çok anayasanın siyasal iktidara karşı bu organa sağladığı bağımsız statüde, halkın ona duyduğu güvende ve onun halk nezdinde kazandığı saygınlıkta aramak gerekir.
Öte yandan anayasa mahkemesi üyelerinin tümünü parlamentoya seçtiren Federal Almanya’da, bu seçimin fiilen nasıl işlediğini anlatmadan onu örnek göstermek, kamuoyunu aldatmaktan başka bir anlam taşımaz. Bu seçimleri, partilerin karşılıklı uzlaşması belirler. Bu uzlaşma, 50 yıldır hiç bozulmadan ve kesintiye uğramadan yürütülebilmiştir. Böyle bir uzlaşmanın Türkiye’de sağlanabilme şansı bulup bulmayacağı sorusuna inandırıcı bir cevap getirmeden, Almanya’yı ya da benzer ülkeleri örnek göstermek, ideolojik bir aldatmacadır.
Partilerin uzlaşması
Ayrıca eklemek gerekir ki; bu uzlaşmaya rağmen, bugün Almanya’da Federal Anayasa Mahkemesi’ne üye seçiminin siyasal partilerce belirlenmesi, ciddi bir eleştiri konusudur. Almanya’yı örnek gösterenler, nedense bu eleştirilerden hiç söz etmiyorlar.
Yönetimde istikrar düşüncesinin ürünü olan ve uzlaşma düşüncesinden giderek uzaklaşan bir parlamentoya, Anayasa Mahkemesi üyelerini seçtirmek, çoğunluğun politik iktidarını denetleyecek bir organı, çoğunluğa bağımlı duruma getirmekten başka bir sonuç doğuramaz. Bu da Anayasa Mahkemesi’nin, insan haklarına dayalı, demokratik ve sosyal hukuk devleti ilkelerinin güvencesi olma işlevini ortadan kaldırır ve değişmez ilkelerin ihlali sorununu gündeme getirir.
3) Askeri darbelerin alternatifi sivil darbe olamaz. Çoğunluğun egemenliği de çağdaş demokrasiyle özdeş değildir. Hukuk devleti ilkesinden bağını koparmış, kendisine yandaş yargı yaratma peşinde koşan bir çoğunluk, seçimle de gelmiş olsa demokratik yönetim niteliğine sahip olamaz. Kendisini eleştiren yazarları işten atması için medya patronlarına tehditkâr çağrılar yapan bir siyaset adamının, demokrasiyi uygulama niyet ya da hevesinden söz etmek abestir. Ülkemizde uygulanan demokrasi, milletvekili adayları başta olmak üzere, tüm temel kararların parti liderleri ya da çevresi tarafından belirlendiği bir demokrasidir. Parti içi demokrasi, anayasamızın önemli bir ilkesi olmasına rağmen adeta tüm partilerin elbirliği ile içi boş bir ilke durumuna getirilmiştir. Liderler egemenliği yaşıyoruz. Buna bir de halk tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanının fiili gücü eklendi. Oysa en büyük gereksinimimiz, lider sultasının kırılması; seçim yasasında öngörülen taşra ağırlıklı temsilin, dinamik toplum kesimlerine kaydırılarak, adil ve dengeli bir temsilin sağlanması, ülke seçim barajı ile partilere yapılan devlet yardımına ilişkin barajın makul bir çizgiye çekilmesi, partilere yapılacak devlet yardımının parti özkaynaklarını aşamaması gibi önlemlerin anayasa düzeyinde alınmasıdır. TBB’nin anayasa önerisinde bunun somut örnekleri gösterilmiştir.
4) Ayrımcılık yasağı, Türkiye’deki demok-ratikleşme sürecinin en önemli unsuru olmalıdır. Kadın - erkek eşitliğini yaşama geçirecek önlemlere koşut olarak, etnik ayırımcılığın da önü alınmalıdır. Son günlerin moda deyimi olan “demokratik açılım”ı anlamlı ve etkili kılmanın anahtarı da “etnik ayrımcılık yasağı”dır. Anayasanın değişmez kuralları, “federatif yapıya, ayrı dil ve ayrı ulus arayışı”na engeldir. İçeriği belirsiz bir “demokratik açılım” söylemiyle bu konuda gerçekleşmesi mümkün olmayan umutlar yaratmak, her şeyden önce “demokratik açılım”a zarar verir. Şiddete başvuran ya da şiddete başvurulmasını haklı gören partilerin kapatılması, Avrupa standardına uygun bir önlemdir. Oysa dışarıdan empoze edilen “demokratik açılım” dayatması, şiddete başvuran ya da şiddete başvurma tehdidinden vazgeçmeyen partilerin kapatılmasını bile bir sorun haline getirmektedir. Bu yolu tıkamak üzere partilere karşı dava açma yetkisinin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’ndan alınarak AKP çoğunluğunun keyfine bırakılması yönündeki girişimler, belki Batı’nın kendisi için yararlı gördüğü bir politikaya destek olabilir, ama sonuçta kamuoyu ile birlikte kendini de aldatma sonucunu doğurur.
5) Bugün TEKEL işçilerinin direnişi, küresel bunalıma rağmen sosyal devlet ilkesinde yaşanan duyarsızlaşmanın bir yansımasıdır. 2001 anayasa değişikliği, 65. maddede yaptığı düzenleme ile anayasanın devlete yüklediği ödevlerde mali kaynakların belli önceliklere göre kullanılması yükümlülüğünü getirmiştir. Sosyal ve iktisadi haklar bölümünde bu tür önceliklerin dava edilebilir nitelikte asgari hak alanları olarak somutlaştırılması gerekir. Bunun örnekleri de TBB’nin anayasa önerisinde yer almıştır. Oysa AKP için hazırlanan anayasa taslağında bunun tam tersi yapılmış, birçok sosyal hak, sosyal devlet ilkesini ihlal edecek ölçüde anayasadan çıkarılmıştır. Şimdiki anayasa reformu girişiminden de bu alanda başka bir şey beklemek safdillik olur. Uluslararası standartları dillerinden düşürmeyenler, BM bünyesinde bağıtlanmış bulunan İktisadi, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme’ye ek olarak 10 Aralık 2008 yılında kabul edilmiş bulunan ek protokolde bireysel başvuru hakkının tanındığını görmezlikten gelmekte ve bunu halktan özenle gizlemektedir.
Anayasa reformu yapılamaz
Siyasal iktidar ve yandaşlarının bu gibi demokratik reformlarla hiç mi hiç ilgilenmediklerini görmemek için kör olmak gerekir. Tarafsız bir hakem rolündeki Cumhurbaşkanı’nın seçiminde bile uzlaşmanın sağlanamadığı, üstelik böyle bir uzlaşmayı savunan yaklaşımların, demokrasi karşıtı düşünceler olarak gösterilebildiği bir ortamda anayasa reformu yapılamaz. Yapılırsa bunun adı reform değil, anayasa deformasyonu olur. Gerçek bir anayasa reformu, ancak tüm toplum kesimlerini uzlaşma bilinci ile içine alacak, ana ekseni tüm barajlardan arındırılmış bir seçimle oluşturulacak bir kurucu meclis tarafından yapılabilir. Uzlaşmanın temel dayanağı ise üniter yapıyı koruyan, insan haklarına dayanan, ulusal, demok-ratik, laik bir sosyal hukuk devletidir. Bu ilkelerle çatışarak yeni bir anayasa ya da kalıcı ve anlamlı bir anayasa reformu yapmak mümkün değildir.