Amin Maalouf’tan ‘Uygarlıkların Batışı’

Asya ve Akdeniz çevresi kültürlerini anlattığı romanlarıyla geniş okur topluluklarının hayranlığını kazanan Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı kitabında, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği Lübnan’dan başlayıp günümüze uzanan çizgide kişisel tarihiyle dünyadaki gelişmeleri değerlendiriyor.

Turgay Fişekçi / Cumhuriyet Kitap Eki

Büyük ilgi gören romanlardan sonra, Çivisi Çıkmış Dünya (2009) kitabıyla, çağından sorumlu bir aydın bilinciyle insanlığın bugününe ilişkin temel sorunlar üstüne kafa yormaya başlamıştı Amin Maalouf. Ekonomik yapılardan toplumların kültürel katmanlarına dek önemli konularda, dünyamızın içinde bulunduğu koşullardan acı duyan biri olarak söz alma gereği duyarak.

Yeni yayımlanan Uygarlıkların Batışı ile kaldığı yerden sürdürüyor tartışmayı.

Bu kez sanki bir özyaşam öyküsü yazar gibi, içine doğduğu 1950’lerin çok kültürlü Lübnanı’nın geniş bir görünümünü çiziyor. İskenderiyeli bir anne ve aile çevresi ile Lübnanlı Katolik Rum babanın aile çevresi.

Her yazar için çocukluğunun anayurdu olduğu söylenir. Amin Maalouf da sanki bu sözü doğrularcasına cennet güzelliğinde bir yaşam kültürü olduğunu anlatıyor hem ülkesi Lübnan’da, hem de Mısır’da.

Gençliğimin Beyrut’unun dinlerin bir arada varolması anlamında, hatta dünyanın başka yerlerine de üzerinde düşünülmesi gereken bir örnek sunabilecek az rastlanır bir deney yaşadığı dikkate alındığında, bu maddi ve manevi yıkıntı insanın daha da içini acıtıyor” (s. 50).


LÜBNAN VE MISIR


Lübnan Birinci Dünya Savaşı sonrası, Osmanlı İmparatorluğu dağılırken Maruni kilisesi liderlerinin Fransız mandası istemesiyle doğuyor. Akdeniz kıyısında küçücük bir ülke olmasına karşın, Akdeniz’in ve Ortadoğunun en çok kültürlü ülkesi.

Amin Maalouf’un neredeyse cennete benzeterek yücelttiği çocukluğunun bu çok kültürlü toplumu ona, azınlık varlıklarının bir toplumu ne denli zenginleştirdiğini, yokluğunun ise nasıl yoksullaştırdığını gösteriyor.

Annesinin ülkesi Mısır’a da aynı anlayışla bakıyor:

Kavafis’i, Camus’u, Ungaretti’yi veya Asmahan’ı çıkaran kültürel dünya tamamen kaybolacağına, dönüşüp yeni duruma uyum sağlayabilseydi çok mutlu olurdum; ne var ki bu dünyanın temellerinin de çürüdüğünü kabul etmek gerekiyor.

Anne tarafımın Mısır’ının çökmesi kaçınılmazdı. Sadece bir kalıntıdan ibaretti, geride kalmış bir çağın can çekişen tanığıydı. Nâsır da son darbeyi indirdi ve bir daha ayağa kalkamadı (s. 43).


1967 SAVAŞI


Amin Maalouf, Ortadoğu’yu bugünkü korkunç durumuna getiren sürecin önemli aşamalarından biri olarak 1967’deki Arap-İsrail Savaşını görüyor. Arap ülkelerinin kendilerini İsrail karşısında büyük ve üstün görmelerine karşın savaşta İsrail karşısında kısa süre içinde büyük bir yenilgiye uğramalarının Arap uluslarının bütün özgüvenini yok ettiğini ve bir daha toparlanamadıklarını anlatıyor uzun uzun.

Bu süreçte Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat’ın güçlü bir siyasal kişilik olarak ortaya çıkması ve Lübnan’ı kendine üs seçmesiyle de Arap dünyası ve ülkesinin içine düştüğü yeni bunalımların bu ülkeleri nasıl etkilediğini anlatıyor.

Eylül 1982’de, Beyrut yakınındaki Sabra ve Şatilla mahallelerinde yapılan katliamlar sonrasında yaşananlar belleğimden hiç silinmeyecek. Bir Hıristiyan fraksiyonundan Lübnanlı milisler, İsrail ordusunun fiili işbirliğiyle, Filistinli sivillere acımasızca saldırmışlardı. Bazı tahminlere göre iki binden fazla ölü vardı. Tüm dünya, Araplar kadar Batılılar da öfkelenmiş ama en kitlesel ve anlamlı protesto Tel Aviv sokaklarında gerçekleşmişti. Yürüyüşe dört yüz bin gösterici, yani her sekiz İsrailliden en az biri katılmıştı. İsrail makamlarının ve askerlerinin davranışı karşısında çileden çıkanlar bile Yahudi halkının bu tavrını hayranlıkla izlemişlerdi. Kendisine ve yakınlarına karşı işlenen suçu protesto etmek meşru ve gereklidir ama mutlaka büyük bir manevi yüceliğe işaret etmez; buna karşılık, kendi tarafındakilerin işledikleri suçu şiddetle protesto etmek ise büyük bir soyluluktur.

Gözlerimin önünde, kelimenin tam anlamıyla gözlerimin önünde iğrenç bir katliam cereyan etmiş, ben ve eşim de bu katliamın görgü tanıkları olmak gibi iç acıtıcı bir ayrıcalığa sahip olmuştuk.” (s. 90).


SOSYALİZM TARTIŞMALARI


Amin Maalouf’un 1949 doğumlu olduğunu, 1976’da ülkesi Lübnan’dan ayrılıp o zamandan buyana Paris’te yaşadığını, mesleğinin de gazetecilik olduğunu düşünürsek yetmiş yıllık bu hayat ve tarih anlatısı içinde sosyalizm uygulamalarının ve komünizm düşüncesinin de önemli bir yer tuttuğunu söylemeliyiz.

İnsanlığın XX. yüzyılda Marksizm ile hasımları arasında tanık olduğu ideolojik kırılmanın, dünyanın geri kalanında olduğu gibi Arap-Müslüman dünyada da geçerli olduğunu onlara hatırlatmakta yarar var. Sudan, Yemen, Irak veya Suriye gibi ülkeler, komünist eğilimli büyük siyasal yapılar barındırıyorlardı. Gazze şeridi de, Müslüman Kardeşler’in Filistin şubesi olan Hamas’ın kalesi halinde gelmeden önce, doksanlı yıllara kadar marksist-leninist olduğunu söyleyen bir örgütün elindeydi. Endonezya örneği bu bakımdan daha da anlamlıdır. Günümüzde ne zaman Endonezya’dan bahsedilse, dünyanın en büyük Müslüman ulusu olduğu vurgulanır. Benim yeniyetmeliğimde ise Endonezya başka bir özelliğiyle, dünyanın Çin ve Sovyetler Birliği’ndekilerden sonra en büyük komünist partisini barındırmasıyla tanınırdı; en kuvvetli zamanında yaklaşık üç milyon üyesi vardı, yani en yakın “rakibi” İtalyan Komünist Partisi’nden biraz daha kalabalıktı.

Bu hareket tüm insanlık için muazzam umutlar uyandırdı, sonra da onlara ihanet etti. Değerli insanları, en cömert ideallerin taşıyıcılarını örgütleyip seferber etti, sonra da onları çıkmaza sürükledi. Yolundan öyle saptı ki iflası da büyük bir felaket yarattı ve dünyanın bugün tanık olduğumuz çöküntüye doğru kaymasını kolaylaştırdı.” (s. 63-64).


TARİH VE ÖZYAŞAM


Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı ile aslında yeni bir yazınsal tür denemiş. Özyaşam ile tarihin buluştuğu bir anlatı biçimi. Kendini ya da ailesini anlatırken bir anda bakıyorsunuz tarihi olayları anlatmaya geçiveriyor. Pek çok yerde de tarihi bir olayı anlatırken kendisi devreye giriyor. İran’da Humeyni’nin iktidara gelişinin öyküsünü anlatırken, “ben de oradaydım” deyip İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ilan edildiği küçük sinema salonunu betimlemeye, salondaki ruh halini açıklamaya girişiyor.

Böyle olunca da yalnızca düşüncelerin açıklandığı bir deneme kitabının sınırlarından sık sık ayrılıp yakın tarihe ilişkin bir romanın dünyasına geçebiliyoruz. Bu da okur için son derece zevkli bir okuma serüveni yaratıyor.


Uygarlıkların Batışı / Amin Maalouf / Yapı Kredi Yay. / 198 s.