Altın madenciliği ve Kazdağları

cumhuriyet.com.tr

Bu yazıda, yer sorunu nedeniyle konunun bir bütün olarak ele alınıp enikonu incelenmesi mümkün olamayacaktır. Bu yüzden kendine özgü koşulları ve güncelliğinden dolayı sadece Kazdağları örneğine, orada da öneminden dolayı kısaca atık sorununa değinilecektir.

Altın madenciliğinin görünmeyen ve nedense hiç gündeme getirilmeyen yüzünde işin ekonomik boyutu, yani çıkarılan altının ne kadarının ülkeye kalacağı hususu vardır. Bu üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Çünkü, madenler bir defa vardır. Bu yadsınamaz gerçeğin doğal bir sonucu olarak da, madenlerin tüm gelirinin ülkede kalması büyük önem taşımaktadır. Madencilikte akılların sonradan başa gelmesi bir işe yaramaz. Burada yapılacak hatanın telafisi yoktur. Ne yazık ki halkımız, bu konuda henüz yeteri kadar bilinçlenmemiştir. O şimdilik siyanürü ve ağaç kesilmesini handikap olarak görmekte ve onunla meşgul olmaktadır. Kendisi için altından bile daha kıymetli olup yaşamsal bir önem taşıyan su problemini gündemine bile alamamıştır. Kaldı ki, bir bakıma siyanürden bile daha önemli olabilen bir de atık problemi vardır ki henüz onun boyutunu da kavramış değildir.

Atık daha büyük sorun

Altın madenciliğinde ortaya çıkan atıkların zehirli (yani siyanürlü) olup olmaması veya zamanla siyanürün uçarak etkisiz hale geleceği iddiası, onların çok ciddi bir problem teşkil ettiği gerçeğini değiştirmez.

Sorunun büyüklüğü şuradan ileri gelmektedir: Tonda 5 gr. altın olan bir arazide, bu 5 gr. altın alındıktan sonra, geriye 999 kilo 995 gr. kazılmış ve siyanürlenmiş toprak kalmaktadır. Bu bir işe yaramayan atık, bir yerlere yığılmak, depolanmak zorundadır. Bu gerçek, çevre açısından düşünüldüğünde siyanürden bile daha büyük bir sorun teşkil eder.

Kazdağlarında da durum aynıdır. Şimdiki safhada herkes, madencilik faaliyetinin başlama anındaki ağaç kesimlerini gündeme getirmekte, faaliyet bittikten sonraki durumu hayal bile edememektedir. İşin en üzüntü veren tarafı da, halkın yanında yer alması gereken devlet yetkililerinin, böyle davranmak yerine, tam tersi bir tutumla, altın madencilerine (yabancı şirketlere) destek çıkmaları, hatta onları, kendilerinden bile daha şiddetle savunmalarıdır. Tipik bir örnek vermek gerekirse, Kazdağları olayı ilk gündeme geldiğinde yöreye gelen bir yetkili: Bu bir arama faaliyeti, işletme değil ki diye, olayı küçültmeye çalışmıştı. Halbuki her arama faaliyetini, maden varlığı tespit edildiğinde, bir işletme talebi takip eder. Böyle bir talep karşısında, arama iznini vermiş olan yetkililer acaba hangi gerekçe ile işletme iznini vermemezlik edebileceklerdir ki?..

Halkın göremediği gerçek

Gene aynı yetkilinin, halkın tepkisini azaltmaya yönelik bir beyanı daha olmuştu. Arama sondajlarını kastederek: “Bunlar bardak çapında delikler. Hepsini toplasan 1 m2 bile etmez diye, birbirinden yüzlerce metre uzaklıkta yapılan sondajları, sanki hepsi de 1 m2 lik küçük bir alan içinde yapılıyormuş gibi bir intiba vererek küçültmek istemiş, en azından bu işin bilenlerini de safın safı insanlar yerine koymuştu.

Ben de şimdi sayın yetkilinin bu düşünce sistemini ödünç alarak, onunkine benzer bir yorumu atıklar için yapmak istiyorum: “Varsayalım ki aramalar sonucu Kazdağlarında 40 ton altın varlığı tespit edilmiş olsun. Bu altını çıkarmak için kazılması gereken toprak en azından, 8 milyon tondur (yaklaşık 5 milyon m3). Aynen, birbirinden çok uzak sondajların 1 m2’lik küçük bir alan içinde yapılıyormuş gibi farzedilmesine benzer olarak, ben de şimdi, bu 8 milyon atık toprağını, mesela kalınlığı 5 cm. olacak şekilde bir yere yaymak istesem, acaba ne kadarlık bir alanı kaplar dersiniz? Söyleyeyim: Banliyöleri ile birlikte İstanbulun bütün meskûn bölgelerini silme örter de artar bile... Haydi hayali bırakıp daha gerçekçi olalım: Altın madencisi bu atığı ne yapacaktır? Onu ormanda bir yere yığmaktan başka bir seçeneği var mıdır? Böyle bir depolama ise, 25 m. yükseklikte ve 25 m. eninde, 8 km. uzunluğunda bir yığın demektir. Halkın, henüz yaşamadığı için, şu anda göremediği gerçek budur.

Ne hazin ve şayan-ı dikkat bir durumdur ki, halk ne zaman tepki gösterse, karşılarında, bu işin asıl kaymağını yiyecek olan altın madencilerini (yabancı şirketleri) değil de, nedense, bazı kuruluşlar ile onların yöneticilerini bulmaktadır. Bunlar, söz konusu faaliyetlerini ülke madenciliğini geliştirmek ve önünü açmak iddiası ile sürdürmektedirler. Kulağa hoş gelen, bir de güzel slogan bulmuşlardır: “Zengin madenlerin fakir bekçileri olmayalım. Amabu zengin (!?) madenlerin gelirinin aslan payı kime gidiyormuş, bu faaliyet karşılığında nasıl bir doğa tahribatı oluyormuş”, gibi hususlar, gene nedense hiç gündeme getirilmemektedir. Bu sloganı o kadar ustalıklı kullanmışlardır ki, bakanlara, başbakanlara, hatta cumhurbaşkanlarına bile söyletmeyi ve benimsetmeyi başarmışlardır.. Bu insanın içini gıcıklayan güzel sözün karşısında ne Bergama durabilmiştir, ne Kışladağ ve ne de şimdi Kazdağları!..

Getirisi ülkede kalmalı

Bilinmesinde yarar olduğuna inandığım son bir husus daha var: Bu satırların yazarı bir maden mühendisi olup, ülkenin yeraltı servetlerinin en ekonomik şekilde ve hiç ziyan edilmeden çıkarılması ve halkın istifadesine sunulmasından yanadır. Bunu öğütleyip öğreterek yetiştirdiği öğrenci sayısı binlerle ifade edilebilir. Dolayısıyla madenciliğe karşı olması diye bir husus söz konusu bile olamaz. Ancak bu konuda iki kıstası vardır:

1- Bir madeni çıkarmakla elde edilecek fayda, uzun vadede, bu faaliyet dolayısıyla hasıl olacak çeşitli zararların toplamından daha fazla olmalıdır.

2- Asla ikinci bir şansın olmadığı, dolayısıyla kendilerinden ancak bir defa yararlanılabilen madenlerimizin işletilmesi, tüm getirisi ülkede kalacak ve halkın refahı için kullanılacak bir zihniyetle ele alınıp gerçekleştirilmelidir.