Altan Öymen'den “...Ve İhtilal”
“Bir Dönem Bir Çocuk”, “Değişim Yılları” ve “Öfkeli Yıllar” adlı üç kitabında 1930’ları, 1940’ları, 1950’lerin ilk yarısını anlatan Altan Öymen belgesel-anı dizisinin 1955-1960 arasını konu alan yeni kertesi “… Ve İhtilâl” raflarda.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki
Altan Öymen kitabını en önce bugünkü nesillerin okuması için kaleme alınmış. Soğuk Savaş'ın sürdüğü, yurt içi ve dışında gerginliklerin tırmandığı, ihtilâllerin yaşandığı bu dönemin olaylarını yirmili yaşlarında bir gazeteci olarak izliyor Öymen. Kitap, Adnan Menderes'li, İsmet İnönü'lü, Celal Bayar'lı iç siyaset olaylarının yanında, Şah'lı-Süreyya'lı, Faysal'lı dış olayları, futbolda Macaristan'ı yenişimizi, sonra Macar İhtilâli, Irak İhtilâli gibi dünyayı sarsan olayları da kapsıyor. Elbette anlatılanların en önemlisi kitaba da adını veren, 1960’ta Türkiye'yi sarsan “27 Mayıs İhtilâli.” Öymen'le “… Ve İhtilâl”i konuştuk.
- Safınız, tarafınız malum ama kitabı yazarken DP açısından bakmayı da denediğinizi ifade ediyorsunuz.
- Kitabın birinci bölümde benim gözümden nasıl ihtilâl oldu var. DP’lilerin gözünden ihtilâli nasıl karşıladıkları ikinci bölümde. DP açısından örneğin Samet Ağaoğlu’nu nasıl “koruma altı”na aldılar var mesela. Sonra Menderes’in oğlu o gün 14 yaşındaki Aydın Menderes’in neler yaşadığı var ki kendisiyle çok sonraları tanıştık, birlikte milletvekilliği de yaptık. O tarafı da görmeye ve anlatmaya çalıştım. Şimdi artık yaşımı başımı aldım, bu yaşta daha soğukkanlı, tarafsız bakabilirim diye düşünüyorum.
- 27 Mayıs ihtilali olduğunda askersiniz.
- Askerliğimin son iki ayındaydım. Ankara’da Dışkapı civarında Ordu Donatım Okulu’na verilmiştim. Orayı bitirip asteğmen oldum. Askerde de gazetecilik yapıyordum. AKİS ve KİM dergilerine imzasız yazılar yazıyordum. Kanunen o dönem askere giden kimsenin gazetesiyle ilişkisi kesilmiyordu, hatta üçte bir maaşı da veriliyordu. Sabahleyin duvarımın komşum tarafından yumruklanmasıyla uyandım. Radyodan anons edildiğini duyarak bana haber vermişti. Sokağa çıkma yasağı var fakat askerlerin birliklerine ya da en yakın askeri birliğe gitmeleri şarttı, anonsta bu da belirtiliyor. Hem askerim hem gazeteci, her iki şartta da hemen hazırlanıp sokağa çıktım. Yollar bomboş ama pencerelerde ve kapıların önünde insanlar toplanmıştı. Sevinç içindeydiler, üniformamla önlerinden geçerken alkışlıyorlardı. Çay ikram edenler… İçmedim tabii, teşekkür ettim sadece. Böyle sevinç tezahüratı yapılıyordu askerlere.
“6334 DE DEĞİŞİNCE, ARTIK NE YAZSAK SUÇTU!”
- Asker olduğunda halihazırda hakkında davalar açılmış, birinden on ay hapse mahkûm edilmiş, dosyası Yargıtay’da bir gazetecisiniz. DP’nin Basın Kanunu’ndan nasibini almış pek çok gazeteci gibi. Bu Basın Kanunu’nu anlatır mısınız?
- 1950’de DP geldi ve yaptığı ilk işlerden biri de Basın Kanunu’nu basın açısından olumlu şekilde düzeltmek oldu, yeni bir Basın Kanunu’yla daha özgürlükçü bir kanuna ulaştık. Zaten DP muhalefetteyken de basın özgürlüğünü savunuyordu ve 1950’nin 14 Mayısı'na kadar iktidarda olan CHP’yi bu yüzden, Basın Kanunu’nda tek parti döneminden kalma unsurlar var diyerek eleştiriyordu. Tüm gazeteciler kanunun yeni şeklinden çok memnun olmuştu. Fakat birkaç sene sonra DP’nin basına bakışı değişmeye başladı, iyice sertleşti. DP, 1954 seçiminden önce yeni bir kanun daha çıkardı. O zaman çok ünlü olan 6334 sayılı kanun... Basına yeni ve ağır cezalar getirdi. “Basın Yoluyla İşlenen Suçlar”la ilgili kanun, özellikle devletteki kişilere eleştiriler getirilmesini büyük ölçüde önledi. Birçok gazeteci hapse girmeye başladı. Bu az gelmiş gibi 1956’da bir değişiklik daha yaptılar; 6334’ü değiştiren yeni bir kanun yürürlüğe girdi. Mesela, eski kanunun üçüncü maddesi vardı, iki paragraflıktı: Şunlar şunlar cezalandırılacak diye. Saymıştım 1954’teki kanunda 40 küsur kelimeyle yazılmıştı o madde. 1956’daki kanunda 260 küsur kelimelik bir madde haline getirdiler. Öyle ki, o da yasak, bu da yasak diye, akla gelebilecek her yayın, cezalandırılabilirdi. Ayrıca 1950’de bir ölçüde liberalleştirilen temel basın yasası, yeniden değiştirildi. Baskıcı hale getirildi. O iki kanunun Meclis’te görüşüleceği 4 Haziran 1956 günü, bir gazeteci olarak -Tercüman Gazetesi’nin Ankara temsilcisiydim- görüşmeler benim için de çok önemli tabii. Fakat o günün benim için daha da önemli bir özelliği vardı. Nikâh günümdü. Öyle bir gün seçmişiz ki, evleniyorum ama aklım hep Meclis’te. Sonra tesadüf, kanun o gün görüşülmedi, iki gün sonraya kaldı, baştan sona izleyebildim. O kanun basın için büyük bir darbe oldu. Hareket alanı kalmamıştı, yani ne yazsan suç olabilirdi. İki kanunu bir araya getirdiklerinde seni isterlerse içeri atabilirlerdi. Öyle tabirler vardı ki işte, “bir kimsenin hakkında alay hissi uyandıracak yayın yapmak” denilmişti mesela… “Halkın devlete beslediği güveni sarsacak yayın yapmak” denilmişti. Onlar suçtu ve o deyimlerin içine her türlü eleştiri sokulabilirdi.
“MUHALİFSEN TOPLANMAK, GÖSTERİ YAPMAK VE YÜRÜMEK YASAKTI!”
- 56’da kanunlar sadece basın için değil hemen her kesim için sertleştirilmiş.
- Evet, cendere iyice daralmıştı. Milli Koruma Kanunu’nda mesela işadamları hedef alınıyordu, haklarında karaborsacılık yaptıkları iddiasıyla ağır cezalara hükmedilebiliyordu. Çok önemli bir diğer kanun da Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’ydu. Siyasi partileri resmen toplantı yapamaz hale getiriyordu. Sadece seçim sırasında bir hafta on gün Açıkhava toplantısına izin vardı. Onun dışında toplantı yapmak, karşılama töreni yapmak yasaktı.
- İktidara serbest tabi.
- Tabii, o devlet ya. Temel atma yapacağız, yok inceleme, açılış yapacağız, hükümet çalışmasın mı falan gerekçesiyle onlara serbest. Gazeteler birer ikişer susturulmuş, radyo zaten hükümetin elinde. Muhalefetin izini bırakmıyorlar bir yerde.
“İNÖNÜ DEMOKRASİ KONUSUNDA HEP ÇOK HASSASTI”
- Kitaplarınızda “doğamızı”, iktidarın ve muhalefetin o bize özgü aksaklıklarını okuyoruz en ilk. Özüne hiç nail olamadığımız demokrasi nasıl habire güme gitmiş, gidiyor? 1955-1960’tan bu yana demokrasiden ne anladı ve anlamadı Türkiye?
- Tabii şöyle, Türkiye’nin demokrasiyle tanışması 1945 sonunda başlamıştır. Gerçi Meşrutiyet dönemleri var eskiden 1876’da ilk Kanuni Esasî çıkmış, Meclis kurulmuş ama bir sene bile sürmemiş. İkinci Meşrutiyet ise 1908’de. O zaman seçim var, Meclis var. Fakat 1913’ten sonra daha otoriter bir rejim haline gelmiş. Asıl 1920’de Ankara Meclisi kurulduğunda -ki kuruluş tarzı o zamanın şartlarında daha demokratik sayılabilir- seçimler olabilmiş. 1925-1945 arasında ise tek parti dönemi var. Demokrasiyi, o da çok sınırlı olarak, çok az süreyle görmüşüz. Dolayısıyla Türkiye’de demokrasi tecrübesi az. Aslında, Türkiye’de böyle ama dünyada da demokrasi parmakla gösterilebilecek çok az ülkede kalmış o dönem. 1920’lerin sonlarından itibaren de diktatörlükler görürsünüz, Hitler, Mussolini, Stalin, Franco rejimleri… Yani dünyada da her yerde ve uzun süreli bir demokrasi deneyimi yok. Türkiye adına ise burada memnun olunması gereken bir nokta, 1945’te demokrasiye geçen, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk ülkelerden biri olması. Türkiye’nin 8 Mayıs 1945’te Avrupa Savaşı yani Dünya Savaşı’nın Avrupa bölümü yeni bitmişti. 19 Mayıs’ta İsmet Paşa, o zaman Cumhurbaşkanı, yaptığı konuşmada, bizim eksikliğimiz demokrasidir, harp bittikten sonra bu eksikleri tamamlayacağız şeklinde ifadeler kullanmıştır. 1945 sonbaharında ise iktidar partisinin dışında partilerin kurulması başlamıştır.
- DP ile AKP arasındaki izdüşümler… AKP’nin devraldığı miras… Nedir en temel benzerlikler?
- Birçok benzerlik var tabii ama genel olarak benzerlik “karşı fikirlere tahammülsüzlük”tür. 1950-1960 arasında dediğim gibi demokrasi tecrübemiz çok eksikti. Şimdi ise o döneme kıyasla büyük bir tecrübe birikimi olmasına rağmen aynı tahammülsüzlüğün daha fazlası söz konusu. Bu, çok acayip ve ürkütücü bir şey.
- Eleştirilere karşı tahammülsüzlük diyorsunuz… O konuda iki dönemin iktidar partilerini karşılaştırırsanız ne söylersiniz?
-Evet, bu tahammülsüzlük sadece basına karşı değil. Herkese karşı var. Demokrat Parti’nin de eleştirilere tahammülü azdı. Ama AKP’ninki hiç yok gibi. Lafa “Bunlar” diye başlayıp aklına gelen herkese, her toplumsal gruba veya meslek grubuna veryansın ediyor. Bu anlaşılır bir şey değil.
BUGÜNKÜ 'BUNLAR'...
- Dönemin ortamını, safların keskinliğini biraz daha açarsak 1955-1960 arasında -Başbakan Erdoğan'ın deyişiyle- nasıl bir “bunlar” söz konusuydu?
- O zamanki iktidarın “bunlar”ının başında her çeşit siyasi muhalefet geliyordu. En başta CHP. Tabii, Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi de çok kızılan bir partiydi. Bu iki partiye sonradan, DP’den ayrılanların kurduğu Hürriyet Partisi katıldı. Tabii daha sonra basın... DP’nin en yakın destekçileri hariç, o zaman konulan adla “bir kısım basın.” Sonra üniversiteler, üniversite hocaları ve öğrenciler, barolar… Birçoğu Vatan Cephesi başladıktan sonra, hâlâ “ıslah” olmamış, bir kısım işadamı… “Komünistler” diye itham edilen bir kısım sanatçılar… Hepsi, o dönemin “bunlar”ıydı. Ama o zamanki DP, onların en azından bir kısmını itip kakmazdı, “kazanma”ya çalışırdı. Bugünkü “bunlar” daha çok… AKP’ye oy vermeyen ve vermeyeceği belli olan kim varsa hepsi… Hatta, AKP’ye oy vermiş ve verecek gibi olsalar bile liderin beğenmediği herhangi bir söz söyleyen, yazan veya istemediği bir davranışta bulunanlar da hemen o “bunlar”ın arasına giriveriyor. Basında, eskiden AKP’yi destekleyen, ama sonradan bir sebeple dışlanan bir gazeteci-yazarların sayısı az değil. Kısacası, bugünkü “bunlar”, o zamanki “bunlar”dan çok daha geniş bir topluluk oluşturuyor.
“ÇOĞUNLUK SİSTEMİ FELAKETTİ, YA HERRO YA MERROYDU!”
- 1955-1960 arasındaki seçimlerde değişen manzara oy oranlarına nasıl yansımıştı?
- Seçim Kanunu açısından durum şuydu; bir yerde, İstanbul’da diyelim 40 milletvekili seçiliyor, bir oy farkıyla kazanan parti, bütün milletvekillerini çıkarma hakkına sahip oluyordu. İl bazında çoğunluk sistemi vardı, felaket bir şeydi. 1950’de Türkiye genelinde yaklaşık yüzde 40 oy almıştı CHP, iktidardan düştüğü zaman. Ama çıkardığı milletvekili sayısı 69’du. DP ise yaklaşık yüzde 53 oyla 408 milletvekili çıkarmıştı. Yani, partilerin aldığı oyla çıkardıkları milletvekili sayıları arasında büyük bir orantısızlık vardı. 1954 seçiminde DP oylarını artırdı. Oy oranını yüzde 57’nin üstüne çıkardı. Milletvekili sayısı 502’ye çıktı. CHP’nin oy oranı azaldı. Oy oranı gene de yüzde 35 civarındaydı ama çıkardığı milletvekili sayısı, daha da büyük bir orantısızlıkla 31’de kaldı. Şimdi de yüzde 10 baraj dolayısıyla bazı seçimlerde öyle oluyor. Mesela 2002’de geldi iktidara AKP, yüzde 34 oy aldı. Neredeyse yüzde 66’sına yaklaştı milletvekili sayısının... Yani üçte ikisini alır hale geldi bu baraj yüzünden. 1954’te baraj yoktu ama o zamanki haksız sistem vardı. Çok kötüydü. “Ya herro ya merro” denilecek bir sistemdi.
“1924 ANAYASASI MUĞLAKTI”
- Demokrasi adına Anayasal handikaplar da söz konusuydu. Ondan da bahseder misiniz?
- 1950’de demokrasimizin güçlüklerle işlemesinin sebeplerinin başında da bu gelir; Anayasa’nın değişmemesi gelir. Demokrasiye geçilirken, 1924 Anayasası yürürlükte kalmıştır. Değiştirilmeden demokrasiye gidilmiştir. Değiştirilseydi, durum çok başka olurdu. 1924 Anayasası muğlaktı, yani onunla demokrasiye de geçebilirdiniz, otoriter, tek partili bir düzen de kurabilirdiniz. Nitekim kurulmuştu 1925’te. Takrir-i Sükûn Kanunu çıktı. Hükümete ve Meclis’e olağanüstü yetkiler verildi. Doğrudan idam cezaları da verebilen, üyeleri milletvekili olan İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Demokrasiye o Anayasayı değiştirmeden geçtiğimiz için sancılı oldu o geçiş. Anayasa Mahkemesi de yoktu. Muhalefet “Bu kanun, bu Anayasaya aykırıdır” diyordu mesela. Hükümet de “Hayır aykırı değildir çünkü Meclis’ten geçen hiçbir şey Anayasaya aykırı olamaz” diyordu. Bunun hakemi yoktu. Hep böyle bir anlaşmazlık vardı.
- DP içinde de muhalefetin başlamasını da konuşmalı..
- 1955 sonunda başladı DP içindeki muhalefet. Ayrılıp parti kuran gruplar oldu. Menderes ise, iktidar elden gitmesin diye, partilerin birleşmesi yasaktır şeklinde bir kanunla, onların CHP’yle işbirliği yaparak seçime girmelerini engelleyebildi aynı Anayasa’nın verdiği imkânlara göre…
“ERDOĞAN’IN KURDUĞU PARTİ İÇİ DİSİPLİNİN BENZERİ YOK!”
- Menderes, Erdoğan’ın kurduğu parti içi disiplini kurabilmiş miydi?
- Erdoğan’ın kurduğu disiplinin benzerini hatırlamıyorum. Nitekim DP’de parti içi muhalefet, son döneme kadar, zaman zaman kendini gösterebilmişti.
- Fiilen ihtilal içindeki tertipleri açıklayan Başbakan Menderes’in konuşma metinlerini okuduğumda yine de şaşırdım, zira sanki bugünün Erdoğan’ı konuşuyor. (Burada ricam üzerine Altan Bey o Menderes’in bir grup konuşmasından bazı cümleler okuyor.)
- İyi yakaladın vallahi. Ayrıntıları kitapta var ama dediğin gibi kısaca da olsa dediklerini bir hatırlayalım:
“Şimdi arkadaşlar bütün bu gazeteleri kapatacağız. Bu adamları içeri tıkacağız. (Üniversiteye) girilmezmiş? Emir verdik, derhal girin dedik. Üniversiteye girmek değil, temelinin altına gireceğiz. (Alkışlar) Anayasa’ya uygun mu, değil mi? ‘Tedbirlerimiz ne olacaktır?’ diye konuştuğumuz zamanlar hadiselerin nereden nereye süratle geldiğini gördük. (Alkışlar).” Böyle sözleri vardır rahmetli Menderes’in grup konuşmalarında. Tutanaklara da geçmişti, grupta bulunan bazı DP’lilerin anı kitaplarına da... Gerçi bunlar, o zamanki çok heyecanlı günlerdeki kızgınlıklar içinde söylenmiştir. Bugün aynı kızgınlıkta söylenen benzeri sözler, bugünkü iktidar mensuplarından da işitiliyor.
- Dizinin son bir kitabı daha olacak değil mi?
- Evet, 1963’e kadar olan kısmını da yazacağım ve bu diziyi bitireceğim.
- 2013.. Gezi ivmesine, direnen halka ilişkin değerlendirmelerinizi sorarak bitirelim söyleşimizi?
- “Gezi”nin AKP için giderek büyüyen bir düşman gibi görülmesinin temelinde, AKP yönetiminin demokrasinin gereklerini hâlâ içine sindirememesi var. Her gün televizyonlardan izliyoruz. Demokratik ülkelerin çoğunda, örneğin üye adayı olduğumuz Avrupa Birliği ülkelerinde, bizim “Gezi Parkı”nda başlayan olayların çok daha yoğun ve süreli olanlarına her zaman rastlanıyor. Bunlara bizdeki gibi, büyük tepkiler gösterip, insanların yaralanmasına, kör olmasına ve ölmesine yol açacak kadar tepki gösteren bir iktidara ise, hiçbirinde rastlanmıyor. Çünkü bunlar, demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından biri olan toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğünün sonucu. Demokrasilerde iktidarlar o özgürlüğe tahammül etmek zorunda… 1955-1960 döneminde de o özgürlüğe tahammülsüzlüklerin örnekleri çoktur. Ama o zamandan bu zamana altmış küsur yıl geçti. Dünya ülkelerinde demokrasiler çok gelişti. Haklar, özgürlükler güvence altına alındı. Ülkemizde ise demokrasi alanında birçok açıdan geriye gidişin örnekleri var. Bu çok üzücüdür ve çok tehlikelidir.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
... Ve İhtilal/ Altan Öymen/ Doğan Kitap/ 754 s.