Altan Erkekli: Yalnızlık hücreleri yeniler

Yılların tiyatrocusu Altan Erkekli ekranlara dönmeye hazırlanıyor. Erkekli, Blu Tv için çekilen Yeşilçam dizisinde Mümtaz karakterini canladıracak. Usta sanatçıyı bulmuşken hem yeni dizisinden konuştuk, hem koronavirüsün kulaklarını epey çınlattık.

ELİF TOKBAY

Fotoğraf: VEDAT ARIK

- Blu Tv'de Çağan Irmak'ın yönettiği Yeşilçam dizisine dahil oldunuz. Çağan Irmak sevdiğiniz bir yönetmen. Konusu ne? Rolünüzü anlatır mısınız?

Çağan Irmak'la Bizi Hatırla filminde birlikte çalıştık, ama ondan çok daha önce tanışıklığımız var. Çağan iki hafta önce telefon açtı ve çalışmak ister misin dedi. Tabii dedim, hemen senaryoyu gönderdi, okudum. 1960'lı yıllarda Yeşilçam'ın kendi içinde devingenliğini anlatan ve o dönemde 1960-70'ler arasında ülkenin siyasal, sosyopolitik konumu, insan ilişkileri ve sanata, sinemaya olan düşkünlük... Sinema büyük bir ekonomi, yapımcılara çok büyük kazanç sağlayan bir sektör. Sinema için yarışmalar yapılıyor, yeni jönler seçiliyor, yeni karakterler yaratılarak beyaz perdede, insanların kalbinde taht kurması gereken senaryolar bulunmaya çalışılıyor. Bu koşuşturma içinde bizim karakterimiz de, Çağatay oynayacak onu (Semih), genç yaşta yapımcılığa yüreğini vermiş, sinemadan başka bir şey düşünmeyen, her türlü şeye rağmen, mutluluğu sinemada arayan bir genç yapımcı. Ben de onun yanında muhasebeciyim, güvendiği bir insan Semih'in Mümtaz. Sürprizli bir karakter... 60'lı yıllar, sinemanın en parlak dönemleri, ama sanayileşmenin zor olduğu, yapımcıların parayı kazanıp parayı yatırmadıkları bir sektör olduğu için, bugünlere gelişinde şu andaki acılarını çekiyoruz sinemanın. 

Şu anda insanların sinemanın kapısının önünden geçtiği, ama içine giremediği bir dönemde herhalde insanları cezbeden bir dizi olacak. Adana'da dizi çekerken insanların 47 km yürüyüp de sinemaya gittiği bir sektör sinema. O yılların en gözde sanatıydı. 

- Sinemanın acıları derken... Biraz açarmısınız o acıları?

Bizim sinemamız matine parkı olarak biraz kendini geç geliştirdi. Oyuncularımız duygu üretmede çok daha mahirler, Akdenizli olmanın getirdiği sıcakkanlılıktan dolayı. Tiyatroda da böyle bu ama pek fazla sinemanın özgürlüğü, kendi içinde binalarda olamamış, yalnızca alışveriş merkezlerine sıkışmış vaziyette olduğu için eksi görkemi kalmadı. 300 - 500 kişinin birlikte izlediği o duygunun, şu anda en fazla 125 kişilik salonlarda olması biraz seyircinin daha konforlu olması ama beraber yaşanılacak duygunun azalması açısından hüzün verici. Eski şaşaalı sinema salonları kalmadı. Sinemaya pek fazla yatırımın da yapıldığı, herhalde tam salgınla beraber ivme kazanıyordu ki, salgınla her şey durdu. Bundan sonra da artık sinema salonlarına gidebilecek mi insanlık bilemiyorum. Aşı da tüm dünyaya çare olur mu, yoksa insanlık bütün bu kötülükleri devam ettirip insan ırkına daha eleyici bir gözle mi bakacak, bu virüsleri çıkartan düşünce, kimse bu insanlığa yapılmış bir darbe şu anda, yaşamın ne olacağına dair şüphelerimiz varken iyimser olarak sinemanın daha iyi yola girmesini temenni etmekten başka bir cümle aklıma gelmiyor. 

- Bu söylediğiniz tiyatrolar için de geçerli, birçok tiyatronun kendi binası yok. En son Ankara Sanat Tiyatrosu taşınmak zorunda kaldı. 

Köklü çözümler gerekiyor. Tiyatro, sanatın en köklü dallarından biri. Vazgeçilmez. Aşının bulunması kadar önemli tiyatro ve sanat. Çünkü insanlığa anlatacağımız en önemli şeyler, insan tarafından sahnede anlatıldığında çok daha etkili oluyor. İzleyenin, kendisi gibi biri tarafından anlatıldığında. Dünyayı, çevreyi, barışı, insanlığı, gezegeni korumanın anlatılmasının gerektiği bir dönemdeyiz. Bu da sanatla olacak. Aşıları elbette bulur insanoğlu, ama bütün bunların kötü olduğunu ve yaşamın her insan için çok önemli olduğunu ancak sanatla anlatabiliriz. Ne konferanslarla, ne bilboardlarla, ne afişlerle... Sanatla anlatmanın yolu bambaşka. Sanat her zaman güzelden, iyiden yana olduğu için, sanatla anlatım gücü çok daha fazla olur ve yüreklere daha etkin girebilirsiniz. Onun için sanattan korkmamak lazım ve sanatı desteklemek lazım. Tiyatroyu, operayı, baleyi... Salonları geçici salonlar yaparak, kurumlara çok cüzi miktarlarda vermek lazım. Ankara Sanat Tiyatrosu'nun tarihi binasından ayrılması hüzün verici, oranın müze olarak en azından kalması gerektiğini, orada 25 yıl çalışmış biri olarak söylüyorum. Ama bunan yanında AST'ta şu anda Bilkent'in içindeki Tepe Grubu bir kira karşılığında verdi ama oranın nesilden nesile devam etmesi için Ankara'da bir salon yapılıp bir şekilde verilmesi lazım. Şimdi herkes yaşamaya, geçinmeye, karnını doyurmaya odaklandı ama yaşamın da devam etmesi için moral gücün de olması gerekiyor. Bu gücü de en çok sanat verir.

- Sanattan korkuluyor mu sizce?

Sanattan her zaman, bir ilericiliği olduğu için, insan için en mükemmeli aradığı için bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çekince duyulmuştur. Sanat özgürlük ister ama ben 12 Eylül döneminde de yaşadım AST'de. Textleri okuyan, ondan sonra izin veren, kelimeleri çıkartan ve her gece basın savcılığından, iki kişilik koltuğa gelip izleyen, her oyunu bir de, güvenmeyip her oyuna gelen... O dönemlerden geçti sanat. Daha çok acılar da yaşandı. AST, oynadığı oyun nedeniyle sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı, kapatıldı tiyatro. Ankara Tiyatrosu olarak devam etti. S harfini 'ağabeylerimiz' indirdiler... Sonra aklandı tiyatro. Yardımlar kesildi, salonlar verilmedi, istenmedi sanatın o yüce değeri, gözardı edildi ki, biz sanatın en dolu dolu yaşandığı topraklardayız. 35 bin kişilik açık hava tiyatrolarının olduğu... Seyirciden gelen tepkiye göre kanunları yumuşatıp ya da sertleştirip tiyatronun tuttuğu ayna sayesinde insanlığı idare etmişler. Ama şimdi herhangi bir tartışmada 'Burayı tiyatro salonuna çevirdiniz' diye tiyatro kelimesinin içindeki o kutsal amaç küçültülüyor. Halbuki tiyatro bir mabet. Eğlence yeri değil. Biz tiyatroyu eğlencelik gibi görüyoruz. Tiyatro çekirdek çitleyip vakit geçirilecek yer değil.  

- İnsanın tiyatroyla ilişkisi nedir? İzleme ve izlenmeye olan açlığını neye bağlıyorsunuz? Doğadaki en büyük oyuncu olmasından mı kaynaklanıyor?

Yaşam zaten bir oyun. Bu oyunun içinde iyilerin galip gelmesi hedeflenen bir reji var, insanlık rejisi bunu ister. Kötülerin bu işteki rolü de, oyunların devamına katkı sağlamak. Herşeyi iyi olsa oyunlar durur. 

- Reyting mi almaz?

Evet. Kötüler olduğu sürece hayatın içinde daha güzeli, mükemmeli yakalamak için insanlar daha dimdik durmaya çalışır. Yoksa tüm insanlığın iyi olarak devam etmesindeki edilgenlik, a tamam durduk artık da olabilir. Ama kötüler olduğu sürece, hayatın daha güzel olması adına savaş veriyoruz. 

- Çocukluğunuza dönelim... Anneniz çok ilginç bir kadınmış, bıyık takar mahalleliyi korkuturmuş. Tiyatro virüsünü ondan mı kaptınız?

Annem enstitü mezunu, elinden birçok iş gelen yaratıcı bir kadındı, ama nüktedan bir meddah hali vardı onda. Bir fıkra anlatırken kişileştirmeler yapar hemen, kılıktan kılığa girer, birşeyleri yapıştırarak bıyık yapar, erkek olmaya çalışır, farklı sesler çıkartarak tanınmadık kılıklara girerek komşuları ürkütüp kahkaha atmalarını sağlamak için elinden gelen herşeyi yapardı. Ben de genetik olarak tüm o yetenek, gözlem duygusunu ondan aldım. Ama küçükken hiç tiyatro yapmak istemiyordum ben. Çok götürdü annem beni çocuk tiyatrolarına ama ben inşaat mühendisi olmak istiyordum. Sonra lisede, İngilizce öğretmenim beni bütün duygularıyla bana anlattıklarıyla tiyatroyu sevdirdi ve tiyatrocu olmamı sağladı.

- 11 yaşında Diyarbakır'a yatılı okumaya gittiniz, yatılı okul sizi nasıl şekillendirdi?

Çok disipline bir hayatımız vardı. Zaten babam da subay olduğu için o disiplini biz evde de çok hissederdik. Kimseyi rahatsız etmeme, büyüklere saygı ve sevgi gösterme, yaratılmış her şeye, önümüze konanlara saygı gösterme.. mesela tabağımızda hiçbir şey bırakmamayı öğrendik, suyu israf etmeden kullanmayı, ülkenin bize verdiklerini koruyup onları gelecek kuşaklara aktarmayı, giysilerimizi korumayı, onları bizden sonra birilerini giyecek olmasını düşünmeyi ve öyle kullanarak giymeyi, dayanışmayı, güvenmeyi, yetinmeyi öğrendik. Ben kek istiyordum, İstanbul'a anneme mektup yazıyordum. Komşumuzun oğlu Süleyman Ağabey kondüktördü yataklı vagonda. Pazartesi günü kalkan tren Çarşamba öğleden sonra geliyordu Diyarbakır'a. Ben gidip keki alıyordum Süleyman Ağabey'den, taş gibi olmuş tabii yolda. Annemin yaptığı kek diye hem ağlıyordum, hem sindire sindire yiyordum arkadaşlarımla. Onun duygusu ve bana verdiği haz bambaşkaydı. Bunlar küçük anılar belki ama bizleri bugünlere getiren her şey, o küçük anlardan, anılardan yola çıkarak bizle beraber geldi ve beni ben yaptı.

- Yılların tiyatrocusu olarak pandemi dönemini nasıl yaşadınız? Toplumda yaşanan herşey mutlaka sanata yansır. Bugünler nasıl yansıyacak, tiyatro pandemi dönemini nasıl anlatacak? Korku, kaygı, güvensizlik, aç kalma korkusu, birbirine tahammülsüzlük... 

Mutlaka bu dönemin oyunları, sineması yapılacak. Keşke 6 ay sonra geçebilsek, ama biraz daha uzayacak galiba normale dönmemiz. O günler geldiğinde, 'Bu dönemi unutmadan, daha kötüsü gelirse insanlığımızı kaybetmeden nasıl omuz omuza olabilirizin yolları nelerdir'in oyunları yapılacak mutlaka. 

- İnsan çok unutkan bir varlık, sizce hatırlar mıyız?

Yeni normale geçtiğimizde herkes nasıl herşeyi unuttu. O sorumsuzluğun acısını çekiyoruz şu anda. Sanat yol gösterir insanlığa, kamu spotları değil. 

- Bütün temennim sahnede kalabilmek, perde bile çeksem yeter diyorsunuz. Bu sizin kuşakla bizimki arasındaki dev bir uçurum? Günümüzde herşey maddiyat, herkes perdeyi çekmek değil perdenin tam da önünde olmak, alkışlanmak, beğenilmek istiyor. Bugünleri nasıl okuyorsunuz?

Bunu şu andaki ustaların anlatması gerekir. Her oyunda bir Hamlet var, bir de Ofelya var. O sınıf 16 kişiyse, 8'i de Hamlet olamaz. Hepiniz Hamlet olmayı hedefleyeceksiniz ama Hamlet'i en iyi oynayacak arkadaşa onu teslim edip diğer rollerin kahramanları olmayı da düşüneceksiniz. Zaman geldiğinde de belki tiyatronun tuvaletini kanalizasyon ekibi gelene kadar sizin temizlemeniz gerektiğini de anlatmamız lazım. 

AST bizleri var ederken kapıda bilet kesmekten tutun, dekoru gemici düğümüyle bağlamaya kadar herşeyi öğretti ağabeylerimiz bize. Çünkü onlar da öyle öğrenmişlerdi. İşte bu duyguyla ben, o havayı soluyarak son nefesime kadar orada olmak istiyorum. Çok önemli birşey bu. 

- Usta-çırak ilişkisinden söz ediyorsunuz. Sizce kayıp mı oldu?

Onu yüreğinden hisseden zaten hemen yanınıza geliyor. Onu istemeyen zaten uzakta duruyor. Ben başrolüm, ben jönüm... Halbuki, öyle kalmayacaksın ki! Sen de her sene bir yaş alacaksın. Senin yerine başka bir jön gelecek. Sen o zaman ne yapman gerektiğini, yaşamış olanlardan öğreneceksin. Ben rahmetli Kerim Afşar'ın peşinden ayrılmazdım, afedersiniz tuvalete girse.. çabuk çıksın diye beklerdim kapısında. Yalnızca sahnede değil her yerde gözlemlerdim onu. Ağzının içine bakardım bir şey daha öğreneyim diye...

- Pandemiden devam edelim. Anladık ki bizim kuşağımız yalnız kalmaya hiç alışık değilmiş. Sizce insan yalnızlıktan ölesiye neden korkuyor? Yoksa bu kendisiyle yüzleşme korkusu mu? 

Kendi kendine yetememek çok acı. Herkes kendine yetebilmeli, kendini ayakta tutabilmeli. Yalnızlıkta hücre yenilenmesi olur. O hücre yenilenmesiyle ileride yapacağınız şeyleri düşünürsünüz, iç hesaplaşma yaparsınız, bugüne kadar yaptıklarım, yapamadıklarım, neler yapmalıyım, bu bana nasıl yol haritası çizer? Kalan günlerim, ömrüm.. Yalnız kalıp o yalnızlıklardan güzellikler çıkarmanın yollarını buluruz.

- Siz neler yaptınız bu dönemde?

Ben küçük oğluma hikâyeler, masallar okuyordum. Eşim dedi ki yalnızca Ali için değil de tüm çocuklar için bu olsa... Ben de Günışığı kitaplığının You Tu.e kanalından, sahibi arkadaşımdır, okudum, çocuklar mutlu olsunlar diye. Çok ilgi gördü, çocuklar çok mutlu oldu. Arkadaşlarımdan da çok iyi tepkiler geldi, çocuklara uyku öncesi dinletmişler, huzurla uyutmuşlar onları. 

- Adile Naşit'in uyku öncesi masalları gibi... 

Evet, evet...

- İnsanların mimiklerinde neler okuyorsunuz? Bu yorucu değil mi?

Gözlem zaten oyunculuğun en önemli besin kaynağı. Şu anda maskeler var, okumak zor, ama vücut dillerinden herkesin çekingen olduğunu okuyorum. Duygular geride, ayakta kalmak herkes için çok önemli olduğu için o uzaklık bütün vücut dillerine yansıdı insanların. 

- Hayat insanı kirletir mi? 

Hayat, kaldırımı, asfaltı yapılmamış bir yol gibi. Eğer hayatın içinde bu kaldırımlar, yollar düzgün olsa, kirletmez insanı hayat. Çünkü herşeyi siz tıkır tıkır yaparsınız. Düşünün bir insan sanatçı olmak istiyor ama önüne setler çekiliyor, ama adam kendini bir anda kimya mühendisi olarak buluyor. İnsanın ne istiyorsa onu yapması lazım.