Almanya’da Hitler

Avrupa’da 1922’de Mussolini’yi iktidara getiren İtalya’dan 10 yıl sonra Almanya Adolf Hitler’in liderliği altına girmişti.

Miyase İlknur

 

MİYASE İLKNUR: Dün Avrupa’-da 1920’lerdeki, 30’lardaki gelişmeleri anlatırken, savaş yanlısı iki ülkeden ilkinin liderini anlattınız. 1922’de iktidara gelen Faşist Parti’nin “Duçe”si Mussolini’yi... Bugün sıra, Almanya’da 1933’te iktidara gelen Almanya’nın “Führer”i Hitler’de... Onu anlatacaktınız. Nasıl geldi o, iktidara?

ALTAN ÖYMEN: Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi veya getirilişi, seçim yoluyladır. 1889’da kuzey Avusturya’nın Braunau şehrinde bir gümrük memurunun oğlu olarak doğan Adolf Hitler, ilköğrenimini doğduğu şehirde bitirdikten sonra, orta öğrenimine Linz şehrinde başladı. Ressam olmak istiyordu. Okuldaki klasik derslerle ilgili değildi. Daha çok resimle meşgul oluyordu.

Babasının -1903’te- ölümünden bir süre sonra inşaat işçisi olarak çalıştı. Sonra Viyana’ya geçti. Oradaki Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazılmak için sınavlara girdi, kazanamadı.

<haber-dikey:1126704>

Gene de resim yapmaya devam etti. O yolla para kazanmaya başladı. Sonra Münih’e geçti. 1914’te Birinci Dünya Savaşı çıkınca, gönüllü olarak Bavyera ordusuna katıldı. Onbaşı oldu.
Savaşta yaralandı. Madalya aldı. Savaştan sonra ise siyasete ilgisi arttı. Önce “Alman İşçi Partisi” adındaki küçük bir partiye girdi. Orada topluluklara hitap etmekte başarılı olduğu saptandı. Partideki görev yerleri yükseldi. Sonuçta tüm partinin başkanı oldu. Partisinin adına “Nasyonal sosyalist” sözcüğünü ekledi. Türkçesiyle “Milli Sosyalist Alman İşçi Partisi” oldu o partinin adı.

“Nazi” adı, o adın Almancadaki sözlerinden çıktı. Almanca ad, “Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei” idi. (Kısaltılmışı: NSDAP)... Partinin yandaşlarına kısaca “Nazi” denilmeye başladı.
Dış düşman Fransızlar, iç düşman Yahudiler Partinin hücum hedefleri, dışta -Almanya’ya kabul ettirdikleri ağır barış koşulları dolayısıyla-Fransa başta olmak üzere, Birinci Dünya Savaşı galipleriydi. İçerdeki hedefler ise “Yahudiler” ile “kömünistler”di.

Yahudiler, ırkları yüzünden suçlu sayılıyordu, komünistler de siyasal görüşleri yüzünden...
Tabii, “komünistler” denilince, Almanya’nın “sosyal demokrat”ları da kömünistlerin yoldaşları sayılıyor ve “vatan haini” sınıfına sokuluyordu. Onlarla birlikte de, siyasal yelpazenin “sol”unda oldukları varsayılan tüm kişiler...

 

<haber-dikey:1124747>

 

Hitler’in başkanlığındaki NSDAP, kısa zamanda büyüdü. 1924’te Bavyera’da, hazırlıksız -ve biraz da çocukça- bir hükümet darbesi girişiminde bulundu. Başarısız oldu.
Hitler tutuklandı. Hapse mahkûm oldu. Bir yıl kadar cezaevinde kaldı. Fakat cezaevinin şartları iyiydi. Orada, kendisi gibi hapsedilen arkadaşlarına dikte ederek oluşturduğu ünlü “Mein Kampf” (Benim Savaşım) adlı kitabını yayına hazırladı.

Sonra, Mussolini’nin “Karagömlekliler” topluluğunu andıran SA (Sturmabteilung) birliklerini kurdu. (Sturm, Almanca’da hem hücum, hem de fırtına anlamına geliyor.)
SA birliklerinin resmi görevi, “partinin toplantılarını düzenlemek ve korumak”tı.  Ama bu, fiilen, başka gruplara ve kişilere karşı saldırılar düzenlemek anlamını da taşıyordu.

Parti, Almanya’nın genel seçimlerine 1924 yılından başlayarak katıldı. İki seçimin yapıldığı o yılın Mayıs’ında, önce yüzde 6.5 oranına ulaşarak 32 milletvekili çıkardı. Ama 7 Aralık’taki ikinci seçimde oy oranı yüzde 3’e, milletvekili sayısı 14’e indi. 1928’de ise o oran yüzde 2.6’ya, o sayı 12’ye düştü.

İnişten sonraki çıkış

Daha sonra ise 1929 dünya ekonomik buhranıyla birlikte başlayan büyük işsizlik dalgasının da etkisiyle, partinin oy oranı ve milletvekili sayısı, hızla yükselmeye başladı.1932’nin 6 Kasım’ındaki seçimde oy oranı 37.27’ye, milletvekili sayısı 230’a kadar yükseldi.
Aynı yılın ikinci seçiminde o sayılar düşse de, Hitler’in partisi, Meclis içinde, gene en güçlü parti haline gelmişti. Cumhurbaşkanı Mareşal Hindenburg, Hitler’i bir koalisyon hükümeti kurması için başbakanlığa tayin etti.

1919’da kurulan Alman Cumhuriyeti’nin anayasasına göre, cumhurbaşkanının yetkileri genişti. Gerekli gördüğü zamanlarda, anayasanın bazı maddelerini yürürlükten kaldırıp, “Cumhurbaşkanı kararnamesi” çıkarma yetkisi vardı.

<haber-dikey:1125708>

 

Sonuçta, ülkedeki siyasi çatışmalardan ve son olarak çıkan ünlü Reichstag (Alman Parlamentosu) yangınından sonra, koalisyon Hükümeti Başbakanı Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg’u, olağanüstü yetkiler kullanmasına imkân veren kararnameleri çıkarmaya ikna etti.
6 Mart 1933’te yapılan yeni seçimler, o kararnameye göre milletvekilleri dahil, şüpheli görülen herkesin tutuklanabilmesine imkân veren yetkilerin kullanılmasının ve daha birçok baskı önlemi alınmasının gölgesi altında yapdı. Sonuçta Hitler’in partisi oyların yüzde 43.9’unu aldı. Alman Meclisi’nin 647 üyeliğinden 288’ini kazanarak birinci parti oldu. Ve Meclis’te kendisine yakın sağcı partilerin de katkısıyla mutlak çoğunluğu elde etti.

Gerçi, seçime milletvekili adayı olarak katılan politikacılarından bir kısmı (o arada Komünist Partisi’nin 81 milletvekili ile Sosyal Demokrat Parti’nin 20 milletvekili) tutuklu oldukları için toplantıya katılamamıştı. Ama katılsalar bile sonuç değişmeyecekti. Hitler, hükümeti kurma yetkisi aldıktan başka, Anayasa’nın temel hükümlerini de fiilen değiştiren genel bir olağanüstü hal kanunu çıkarma imkânı da buldu.

O kanun yoluyla, tüm kanunları Meclis yerine hükümet olarak (fiilen Başbakan olarak, tek başına) çıkarma yetkisi dahil, birçok yetkiyi kendisinde topladı. Ve Nazi Partisi’nin dışındaki siyasi partiler ile bir kısım dernekleri ve yayın organları dahil, birçok kurum ve kuruluşu kapattı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra parçalanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ortadan kalkmasından sonra, imparatorluk topraklarının başkent Viyana çevresindeki bir bölümü Avusturya haline gelmişti. Kendisi de doğuştan Avusturyalı olan Hitler, o ülkenin vatandaşlarının Alman olduğunu,  dolayısıyla topraklarının da Almanya’ya geçmesi gerektiğini öne sürüyordu.
Bu konu Avusturya vatandaşları arasında tartışmalıydı. Ama konu, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra, Alman gizli ve açık servislerinin etkisi ve baskısı altında, Hitler lehine sonuçlandı. Hitler’in orduları, bir sabah vakti harekete geçti. Avusturya’ya girdi. Ülke, Almanya’ya katılmış oldu.

Südet bölgesinin işgali

Hitler’in bir başka hedefi, Almanya’nın komşusu Çekoslovakya’nın Südet bölgesinin Almanya’ya katılmasıydı. Bu da savaşa gerek kalmadan çözüldü. O çözüm şöyle gerçekleşti:
Hitler, Birinci Dünya Savaşı sonunda oluşturulan Çekoslovakya’nın Südet bölgesinde yaşayanların Alman olduklarını öne sürerek o bölgenin Almanya’ya katılmasını istiyordu.
Hitler’in yayılmacılığını önlemek için barış yollarını deneyen İngiltere ve Fransa’nın başbakanları Chamberlain ile Daladier, o konuyu Hitler ile konuşmayı kabul etti. İki başbakan Almanya’ya geldiler. Hitler de, kendisine yakın bir politikacı olarak Mussolini’yi çağırdı.

Dört politik lider olarak Çekoslovakya konusunu görüştüler. Ve Hitler’i haklı buldular.
Çekoslovakya hükümetine sormaya bile gerek duymadan, Hitler’e “Tamam” dediler.

Hitler de hemen hareket etti. Çekoslovakya’nın Südet bölgesini işgal etti. Çekler, buna fazla ses çıkarmadılar. O konu da bitti. (Bir süre sonra Hitler, Çekoslovakya’nın Çek bölgesinin geri kalanını da işgal altına aldıktan başka, Slovakya bölgesinde de kendisinin etkisi altında bir devlet kurduracaktı.)
Sonra Mussolini’nin yaptıklarının hepsini yapmaya başladı.

Ertesi yıl -1934’te- Cumhurbaşkanı Hindenburg ölünce, onun da yetkilerini üstlendi. Tam bir “tek adam rejimi” kurdu. Kendisini Almanya’nın “Führer”i (lideri) ilan etti.

1938 yılının sonbaharına gelindiğinde, Hitler artık, ülkedeki kayıtsız şartsız egemenliğini pekiştirmiş ve dış politikadaki yayılmacı adımlarını sürdürmeye başlamıştı.

Türk-Alman ilişkileri

Almanyası’yla bir alıp veremediği yoktu. Osmanlı devleti Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılmıştı.

O savaşta yenilgiye uğrayan ülkeler arasında, kendisine dikte edilmek istenen koşulları reddeden ve kendisini -işgal kuvvetlerine karşı yeni bir devlet kurup savaşarak- koruyabilen tek ülke vardı. O da Türkiye’ydi. İşgalden kurtardığı toprakları üzerinde, padişahlığı kaldırmış, “Türkiye Cumhuriyeti”ni kurmuştu. Lozan’da imzaladığı barış antlaşmasından sonra geride kalan sorunlarını, barış içinde çözmeye çalışıyordu.

Türkiye’nin bu durumu, Avrupa ülkelerinin çoğunda, 1920’li yıllardan beri çok olumlu izlenimler bırakmıştı. Hele Birinci Dünya Savaşı’ndaki müttefiki Almanya’nın basınında, gerek Mustafa Kemal

Paşa, gerek komutası altındaki Türk ordusu hakkında övgü dolu yayınlar yapılmıştı. Türkiye’nin 1922-23 yıllarındaki Mudanya Mütarekesi ve Lozan Antlaşması sırasında yoğunlaşan yayınlar daha sonraki yıllarda da devam etmişti.

Sonuç olarak, 1930’lu yıllarda, dünya yeni bir büyük savaşın eşiğine geldiği sıralarda, Türkiye’nin Almanya ile bir sorunu yoktu.

Ama Türkiye’nin, Alman-ya’nın yanında olan İtalya’yla önemli bir sorunu vardı: Mussolini İtalya’sı ile Hitler Almanya’sının birlikteliği ise giderek pekişiyordu.

Çocuk gözüyle: İki ayrı alfabe

Aynı yaştaki çocuklara iki ayrı alfabe... Şehir çocuğu ile köy çocuğunun -giyimleri gibi- atları da farklı. Şehir çocuğu Altan’da “anasının kuzusu” hali var. Köy çocuğu Altan ise -hem de kimseye ihtiyaç olmadan- çıplak ata bile binebiliyor.

Altan Öymen’in çocukluk anılarından okula başlayışıyla ilgili bölüme devam ediyoruz.
Bizim sınıfa önce bir erkek öğretmen geldi, sonra da genç bir hanım öğretmen... Sonra gene bir değişiklik oldu. Öğretmenlerimin yüzünü hatırlıyorum, ama isimlerini hatırlamıyorum. İkinci sınıfa geçince okulum değiştiği için onları bir daha görmedim.
Öğretmenler benim hatmettiğim alfabe kitabından, okumayı öğretmeye çalışıyorlardı. Alfabedeki Altan’lı cümleler sayesinde adım, herkes tarafından kısa zamanda öğrenilmişti. Sadece bizim sınıfta değil, koca okulun hiçbir sınıfında benden başka “Altan” yoktu. Bu da tanınmamı kolaylaştırıyordu. Ama alfabe sayesindeki bu “şöhretim” teneffüslerde oyun oynarken benimle dalga geçilmesine de yol açıyordu. “Altan ata atla” veya “Altan ata ot at” diye tempo tutanlar oluyordu.

Altan adı, babamın adı gibi, hiç yaygın olmayan bir addı. Daha yeni “icat” edilmişti. Öyle ki, ben alfabe kitabını görene kadar adı Altan olan başka birini bilmiyordum. Hatta var olacağını da sanmıyordum.

Gerçi bana bir de “Mehmet” diye “göbek adı” koymuşlardı. Nüfus kâğıdımda adım Mehmet Altan olarak yazılıydı. Ama beni çağırırken, kimse Mehmet’i kullanmıyordu. Tabii, adım sorulunca ben de kullanmıyordum. Sadece “Altan” diyordum.

Dil Devrimi’nden sonra

Şunları tabii, sonradan öğrendim: (Altan adı, Dil Devrimi’yle birlikte ortaya çıkmış bir addı. O devrimle dil, Arapça ve Farsça’nın etkisinden kurtarılıp Türkçeleştirilmeye çalışılıyordu.

Soyadları gibi adlarında Türkçe kökenden gelmesi özendiriliyordu. Çocuk bekleyen anababalar için, gazetelerde, “Türkçe adlar” listeleri yayımlanıyor, bunları toplayan rehber kitaplar basılıyordu. Altan adı da, o akımın ürünüydü.
Anlaşılıyor ki, bunu ilk seçip kullananlardan biri babamdı. Alfabe kitabının tüm okullarda tek tip ders kitabı olması daha sonraydı.1935’te bunun için bir yarışma açılmış, Milli Eğitim Bakanlığı’nın kurduğu  bir komisyon 46 aday arasından o alfabeyi seçmişti. 1936’dan itibaren (sanırım 1945’e kadar) ilkokulda okuyan tüm çocuklar okuma yazmayı artık o kitaptan öğreniyorlardı.

Altan adının anlamı basit. Çocukken resmini yapardım. İki dağın arasındaki”tan” yerinden bir güneş doğuyor. Rengi kırmızı. Altan... Başka bir iddiası yok. Bundan ibaret.)
Cumhuriyet’in 15’inci yıldönümünü okula başladığımın ikinci ayında yaşadık. Okulda da her yer süslendi, caddelerde, meydanlarda da. 29 Ekim’de (o zamanki adıyla 29 Birinci Teşrin’de) veya bir-iki gün önce okulda törenler yapıldı, şiirler okundu. Öğretmenler, padişahlar zamanıyla Atatürk zamanını karşılaştırdılar. Özellikle okulların eskiden nasıl olduğunu anlattılar. Bunun karşılaştırmalı resimleri de vardı. Okulda da vardı, evde babamın getirdiği kitaplarda, dergilerde de vardı.

Ancak, tabii Cumhuri-yet’in o yıldönümünü kutlama havası hayli buruktu. Her 29 Ekim’de Ankara’da bulunan Atatürk,bu defa İstanbul’daydı. Hastaydı, gelemiyordu. Hipodrom’daki tören gene coşkulu oldu ama, onsuz yapıldı.

Şehir ve köy


Şunu daha sonraları öğrenecektim. Bizim alfabelerimiz şehirlerde okunan alfabelerdi. Köylerdeki okullarda ise, biraz değişik bir alfabe vardı. Yazıları aynıydı. Çocukların adları da öyleydi. Altan ve Suna’ydı. Ama çocukların kıyafetleri ve hareketleri farklıydı.
İki alfabenin aynı konudaki sayfaları karşılaştırılınca şu görülüyordu: Şehirlerdeki alfabenin çocukları, biraz “ana kuzusu” görünüşündeydi. Mesela, “Altan ata atla” yazısının üstündeki Altan’ın atı, tahtadan bir oyuncak attı. Üzerinde oturunca, bir öne bir arkaya, hareket haline geçiyordu. Tabii, o ata evde, anne-baba gözetiminde binilmesi esastı. Köydeki köy çocukları ise, çıplak ata bile tek başına hâkim olabilen usta biniciler pozundaydı.

Köy Enstitüsü reformuna doğru

Gene sonradan öğrenecektim: Alfabe basımlarındaki bu şehir-köy ayrımının nedeni şuydu: Ülkede, şehirlerin, gerek ekonomik, gerek sosyal durumların köylere göre çok daha hızlı geliştiği belliydi. Köylerin o hıza ulaşması, epey zaman alabilirdi. O süre içinde köy çocuklarına, şehir çocuğu imajlarıyla hitap etmek, hem güçtü, hem de sakıncalıydı.
Türkiye’nin her yerini bir an önce aynı olanaklara kavuşturma hedefine, elbet bir gün ulaşılacaktı. Ancak o vakte kadar, köylerin şehirlerden ayrı özelliklerini göz önünde tutmak, gerçekçiliğin gereğiydi.


Şehir ve köy farklarına, 1930’lu yıllardaki bakış açısı böyleydi. Bunun sonucu olarak da, köylerde yaşayan halkın, şehirlere göç etme eğilimlerine gerek bırakmayacak önlemler alınmasına çalışılıyordu. Bu, ülkede uygulanmasına çalışılan “tarımı geliştirme” seferberliği açısından da önemliydi.


Köylerin kalkınması için, köy koşullarına uygun eğitim olanakları sağlayacak projelerin temelinde de aynı görüş vardı. Bunların uygulaması eğitmenlik kurslarıyla başlamıştı. Birkaç yıl içinde Köy Enstitüleri hamlesine geçilecekti.

 

 

 

 

SONRAKİ YAZI:  12 ADADA SİLAHLANMA