Aktör dediğin nedir ki...
İstanbul Şehir Tiyatroları'nın temelini oluşturan Darülbedayi 100 yıl önce bugün kurulmuştu. Küçük Kemal, Hazım Körmükçü, Ahmet Muvahhit, Afife Jale tiyatromuza yalnızca gönüllerini değil, hayatlarını vermişlerdi. Başka ülkede olsaydı, ‘Bizim 100 yaşında tiyatromuz var!’ diye yer gök inlerdi...
Filiz Terzi
Küçük Kemal ciğerlerinden rahatsızdı. Bir süre tedavi oluyor, toparlanınca yine koşuyordu Darülbedayi’ye. Seyircinin çok sevdiği bir aktördü çünkü. Zaten kaç aktör vardı ki o yıllarda?
O gece oyunu zor bitirdi. Ertesi gün yüksek ateşte yattı. Muhsin Ertuğrul’a haber gönderdiler: “Kemal çok kötü, gelemeyecek.” Muhsin Bey not yazıp gönderdi. Kemal notu okudu. Zorlukla kalktı, kardeşinin deyimiyle “canını dişine takarak tiyatroya gitti, oynadı.”
Şöyle yazıyordu notta : “Kemal, Moliére sahnede öldü. Sen Moliére’den küçük müsün?” Moliére hayranıydı Kemal. Onun gibi verem hastasıydı. Belki de kendini onunla özdeşleştirmişti kimbilir. O da sahnede veda etmek istemişti hayata.
Tıpkı Muvahhit gibi…
“Yarın gece oynama, diyemedik Muvahhit’e.” Vasfi Rıza Zobu böyle anlatıyor Ahmet Muvahhit’in son günlerini. “Kırılacağından, üzülüp perişan olacağından korktuk. O korkuttu bizi böyle bir teklifte bulunmaya. Ertesi gün hali ve halimiz bir facia içinde geçti. Tıkandı, konuşamadı. Onun laflarını da ben söyledim. O sade koluma girmiş, benimle beraber yürümeye çalışıyordu.”
Maalesef ikisi de evlerinde hayata veda ettiler. 9 sene arayla. 35 yaşındayken.
Hazım...
Metin, elinde havlu, kuliste bekliyordu. Annesi tembihlemişti. Babası gelir gelmez terini silecek, sırtındaki havluyu değiştirecekti. Geldi babası. Ağrıdan kıvranıyordu. Metin havlusunu değiştirirken, babasının acıdan yaşaran gözlerine baktı. Ailece istemiyorlardı artık sahneye çıkmasını. Ama seyirci “Hazım oynuyor mu?” diye sorup, öyle bilet alıyordu.
Bir gece sedye ve doktorla getirdiler Hazım’ı. İğnesini oldu. Nevin Akkaya, o ağrıdan kıvranan adamın, zıplayarak piyanonun tepesine atlamasını, boksör rolünde seyirciyi kahkahaya boğmasını hiç unutamadı.
Hazım Körmükçü vefat ettiğinde 46 yaşındaydı. Atatürk’ten sonraki en kalabalık cenaze onundu. Tabutu İstiklal Caddesi’nden Zincirlikuyu’ya eller üzerinde taşındı.
Afife...
“Avradımı şanoda görmüş gibi fena oluyorum! Hepinizi mahvederim!” Merkez memuru hiddetten titriyordu. Onu kapıda lafa tutan Celal Sahir ve Hüseyin Suat’tan alacaktı nerdeyse hırsını.
İkinci gece de yakalayamadılar Afife’yi. Makine dairesinden kaçtı. Üçüncü gece çember içine aldılar tiyatroyu. Afife kıl payı kurtuldu ellerinden. Polis düdüklerinin eşliğinde koşarken, kalbi deli gibi atıyordu. Yakalasalardı ne yaparlardı? Ölüm geldi aklına.
Yakaladılar nihayet. Ölümden beterdi duydukları. “Dinini, milliyetini, namusunu unutarak sahneye çıkıp oyun oynayan sen misin?!” Hakaretler, hakaretler, hakaretler.. Afife, başı dik ağladı. Yılmadı, ertesi hafta tekrar çıktı sahneye, tekrar karakola çektiler, tekrar çıktı, tekrar çektiler. Tam 4 sene…
Ailesi reddetti onu. Yıllar sonra ablası, Prof. Özdemir Nutku’ya “Ne bilelim, oyuncu oldu denince, o… oldu sandık” diyecekti.
Afife, kendi isteğiyle Akıl Hastanesinde öldü. Akıl hastası olduğundan değil, orası ne de olsa “hastane” olduğu için. Sahneye çıkan ilk Türk kadınına Darülaceze’de ölmek yakışmazdı çünkü. 39 yaşındaydı.
Memleket meselesi!
Sanatçılar tek tek eksiliyor, yerine yenileri zor yetişiyordu. Aktörlük parasızlık demekti, aktörlük zor bir hayat demekti, kimse çocuğunun sanatçı olmasını istemiyordu.
Okul temsillerini seyrediyordu Muhsin Ertuğrul. Uzun boylu, yetenekli bir genç gördü. “Ailesiyle konuşun, tiyatroya kazandıralım” dedi.
Çok dil döktüler gencin annesine. Bu sonu belirsiz mesleğe vermek istemedi oğlunu. Okuyup, iyi bir mesleği olsun istiyordu. Muhsin beye durumu anlattıklarında, her şeyi özetleyen o cümleyi söyledi :
“Söyleyin annesine, bu bir memleket meselesi!”
70 yıl sonra bu anıyı anlatırken, Fuat İşhan’ın gözleri gururla ışıldıyordu.
25 Haziran 1914
Efendim, başta söyleyeceğimizi sona sakladık. Dünyada 100 yaşını bitirebilmiş birkaç tiyatrodan birine sahibiz, bilmem farkında mıydınız? Alışveriş torbalarının üzerinde okumuşsunuzdur belki.
Darülbedayi tam 100 yıl önce bugün kuruldu. Başka bir ülkede olsaydı yeri göğü inletirlerdi “Bizim 100 yaşında bir tiyatromuz var!” diye. Haftalarca kutlama yapılır, festivaller düzenlenir, dünyanın bütün tiyatro severleri, 100 yaşındaki “Güzellikler Evi”ne davet edilirdi. Yaşayan emekli sanatçılar sahnede onurlandırılır. Yaşamayanlar saygıyla, sevgiyle, alkışlarla gökyüzünü inleterek anılırdı.
Sahi neden kutlanmıyor bu yıl? En azından 1964’te, Muhsin Bey’in 50. yılı kutladığı gibi bir oyunla kutlanamaz mıydı?
Darülbedayi’nin kuruluşundan ilginç anılar anlatmak isterdim size. Mesela eşek sırtında gittikleri turnede eşkiyaya yakalanıp, oyun oynayarak kurtuluşlarını; hayatın felç olduğu bir kış günü, bilet almış 3 seyirci için Muhsin Ertuğrul, Galip Arcan ve Behzat Butak’ın kayıkla boğazı nasıl geçtiğini (yüzlerce seyirciyi kapıdan döndürenlere selam olsun); ilk tiyatro sponsorumuz Muhallebici Fazıl’ı, emaye tabaklardan yaptıkları spot ışıkları, sırtlarında taşıdıkları dekorları vb.
Ama kutlanmıyor ya bu yıl, boynu bükük ya Darülbedayi’nin. Sanki dünyanın en nadide sanat kurumlarından biri değilmiş de sıradan bir kurummuş gibi, bu ülkede tiyatro adına ne varsa onun ocağından çıkmamış gibi önemsenmeyen, gün be gün boşalan ama yenilenmeyen kadrolarıyla zayıflayıp küçülen, geleceği belirsiz.. buruk ya Darülbedayi. Aklıma, tiyatroya yalnızca gönüllerini değil, hayatlarını da verenler geldi. Darülbedayi 100 yaşındayken bile lütfedip hatırlanmıyorlarsa, boşuna ölmüşler demektir.
Modern usullerle onları yad etmek için, bu akşam saat 21.00 #niceyüzyıllaradarülbedayi.
(Fotoğraf: Afife Jale)