Aksiyon tam gaz devam

Keanu Reeves’li ‘John Wick 3: Parabellum’, haftanın öne çıkan filmlerinden.

Sungu Çapan

Keanu Reeves’in, inzivaya çekilmek isteyen, eski bir köpeksever tetikçiyi canlandırdığı, Wachowski kardeşlerin çektiği, mütevazı bir aksiyon filmi boyutlarındaki ilk “John Wick” (2014) filminin umulmadık gişe başarısı üzerine tezgâhlanan 2016 yapımı devam filminde, örgütün kuralına aldırmaksızın başka bir örgüt elemanını öldürdüğü için onlarca amansız suikastçının hedefi haline geliyordu kahramanımız. Gişe hasılatını dünya çapında 170 milyona çıkaran ikinci filmin ardından işte John Wick’in seriye dönüşen maceralarının üçüncü bölümü olan “John Wick-Chapter 3: Parabellum”da, New York’taki Continental Hotel’i mesken tutmuş, John Wick’in de eski işvereni olan, Yüksek Şura (High Table) denen uluslararası bir suç ve suikast örgütü tarafından başına 24 milyon dolar ödül konduğu için peşine düşmüş bir gözü kara katiller-tetikçiler sürüsünden kaçıp kurtulmaya çalışıyor süper kahramanımız, kimisiyle hesaplaşıp kimisinden destek aldığı, eski dost Sofia (Halle Berry), Direktör (Anjelica Huston), Continental’in patronu Winston (Ian McShane), yeraltı suç reisi Bowery King (Laurence Fishbourne), John’un en yaman düşmanı Zero (eski dövüş sanatları ustası Marc Dacascos), Continental’in resepsiyoncusu (Lance Reddick), karar verici (Asia Kate Dillon), Elder (Said Taghmaoui) ve Tick Tock Man (Jason Mantzoukas) gibi Yüksek Şura üyeleri ve tetikçilerle birer birer karşılaşıp yüzleşiyor 130 dakika boyunca.

Yıllarca yaptığı dublörcülük ve dublör koordinatörlüğünden yetişip yönetmenliğe geçen Chad Stahelski’nin yönettiği “John Wick 3”, öncelikle özenle tasarlanmış dövüş koreografilerinin ürünü uzun planları, seyirciye yer yer yeter artık dedirten kavga-dövüş sahneleri ve hız kesmeyen, inanılmaz hareketli bölümleriyle bu türün iflah olmaz meraklısının hoşuna gidecek (ama bizim gibi dinozorları da epeyce yoran) türden, zehir zemberek bir aksiyon, suç, heyecan, macera üstün yapımı. Artık yaşını başını da almış Keanu Reeves’e de “Matrix”ten yıllar sonra şöhret tazeleten bir aksiyon kakafonisi.

Seksi Pamuk Prenses...

“Masumiyetin Dayanılmaz Çekiciliği” gibi Milan Kundera’dan esinlenilmiş, uyduruk bir Türkçe isim takılarak bugün gösterime giren Fransız yapımı “Blanche Comme Neige-Kar Gibi Beyaz”, dağ havasının cinsel arzularını tetikleyip azdırdığı, kentli, çekici bir genç kadının (Brigitte Bardot’nun gençliğini andıran, gelecek vaat eden, işveli cilveli ‘yeni keşif’ Lou de Laage oynuyor) kahramanı olduğu, standart bir erotik gerilim denemesi. Fransız sinemasının yıllanmış, deneyimli kadın yönetmenlerinden Anne Fontaine’in imzasını taşıyan film, baştan çıkarıp çoğuyla seviştiği 7 erkeği peşinden koşturan, kıskanç üvey annesinin (yılların Isabelle Huppert’i artık acuze hallerine düşmüş vah vah) de fena halde canına kastettiği, Claire (Lou de Laage) adındaki seksi bir modern Pamuk Prenses’in beylik hikâyesini anlatıyor. Kabaca “Pamuk Prenses ve 7 Cüceler” masalının sözümona güncelleştirilmiş hali de denebilecek filmde Claire’imiz, ikiz kardeşlerden utangaç bir veterinere, kitapçı baba oğuldan mazoşist bir taşra papazına kadar uzatılacak ‘cücelerine’, yatakta tüm numaralarını gösteriyor ama nerdeyse hep aynı pozisyonda. Oldukça klişe sahneleriyle belirgin senaryo zaafları içermesinin yanısıra bu yavan erotik gişe filminin tek olumlu diyebileceğimiz yanı çevre-mekân kullanımıyla görselliği.