Ahmet Yoldaş'ın büyük sırrı
30 yıl önce parti emriyle ve sahte pasaportla gelmiştim. Bu kez Nâzım Hikmet’in doğum günü etkinliği için Moskova’dayım. Önce öğrenim gördüğüm Marksizm Leninizm Enstitüsü’nün yolunu tuttum. Duvarlardaki orak çekiçler olduğu gibi kalmıştı ama okulun adı artık “Finans Üniversitesi”ydi.
Ahmet ÜmitFotoğraflarla 30 yıl önce 30 yıl sonra Moskova - FOTO GALERİ
Daha ilk günden katılmıştım darbeye karşı direnişe. O zamanki Türkiye Komünist Partisi’nin üyesiydim. Gençlik arasında çalışıyordum. O eylül ayının hemen başlarında parti sorumlusu olan yoldaş, “Hazırlan,” demişti. “Moskova’ya gidiyorsun. Parti okuluna.” Büyük bir sevinç duymuştum, büyük bir onur, büyük bir heyecan... “Nâzım gibi,” diye geçirmiştim içimden. “Tıpkı Nâzım gibi...” Nerdeyse kurulduğu 1920 yılından o güne Türkiyeli komünistler Sovyetler Birliği’nde eğitim görüyorlardı. Bunda yadırganacak bir yan yoktu, çünkü komünizmin en önemli ilkelerinden biri enternasyonalizmdi. Yani sınırlardan arınmış bir insanlık cumhuriyeti. En azından teoride böyleydi...
Bulgarlar trenden indirdi
Neyse biz hikâyemize dönelim. Sirkeci’den bindiğim trenin son durağı Viyana’ydı ama ben biletimin üzerinde yazanın tersine Sofya’da inecektim. Uzun bir gecenin ardından, trenimiz Kapıkule sınırından geçerek Bulgaristan’a girdi. Elbette Türkiye’den çıkmak kurduğum bu cümledeki kadar kolay olmadı. Çünkü polis pasaportumun sahte olduğunu anlasaydı, 90 gün işkence görebilir, eğer ölmezsem 5 yıllık bir mahkûmiyet alabilirdim. Neysi ki pasaportum iyi düzenlenmişti, polis sahte olduğunu fark etmedi. Böylece Kapıkule’den rahatlıkla geçtim, ama Bulgaristan’da kötü bir sürpriz beni bekliyordu. Cebimde sadece 100 Alman Markı olduğu gerekçesiyle Bulgarlar trenden indirdi beni.
Çünkü Türkiye’den gelenlere hiç hoş bakmıyorlardı. Türkiye’de nasıl bir faşist diktatörlük varsa, Bulgaristan’da da kendisine sosyalist diyen ama Türk azınlığa karşı şovenist bir politika uygulayan otoriter bir yapı vardı. Ve gümrük kapısındaki adamlar söylediklerime inanmıyorlardı, “Eğer beni Türkiye’ye yollarsanız hapse atarlar, bunun sorumlusu da siz olursunuz,” diye açıkça tehdit etmemin ardından, yolculuğuma devam etmeme izin verdiler. Ama trenim gitmişti, karayolunda otostop çekerek, Bulgaristan’da gitmem gereken otele ulaştım. Hiçbir sorun yaşamadan içeri girdim. Benim gibi Moskova’ya gitmeyi bekleyen Türkiyeli dokuz yoldaşla orada buluştuk. Bir haftalık beklemenin ardından, Aeroflot Havayolları’na ait bir uçakla Moskova’ya uçtuk.
Trafik burada da aynı
Bundan tam otuz yıl sonra, Türk Havayolları’nın tarifeli uçağında kaptanımız Moskova’ya iniş anonsunu yaparken tuhaf duygular vardı içimde. 1985’te gittiğim, ben ayrılırken hâlâ sosyalizmin yaşandığı ama birkaç yıl sonra kapitalizme geçilen Rusya’da neler değişmişti acaba? Yirmi beş yaşında bana ev sahipliği yapan o kadim şehir ne haldeydi acaba? Uçaktan çıkıp Vnukovo Havaalanı’na adım attığımda yaşadım ilk hayal kırıklığımı. Burası Avrupa’daki o soğuk yüzlü havaalanlarından biriydi. Sadece yazılar farklıydı, hepsi Kiril harfleriyle yazılmıştı. Yorgun ama daha beteri mutsuz adımlarla çıktım Vnukovo Havaalanı’ndan.
Oysa Moskova’ya ilk gelişimde, uçağımızın inişini hiç unutmuyorum. Sanki bir şehre değil de hayallerimizdeki cennete konuyorduk. Oysa bulut aynı buluttu, kar aynı kar, ağaçlar aynı ağaç, yollar aynı yol, binalar aynı bina. Ama bambaşka bir gözle görüyorduk idealimizin başkenti olan Moskova’yı. Bütün hayallerin mucizevi bir şekilde gerçeğe dönüştüğü büyülü bir diyar. Bizi karşılayan parti görevlileri, hepimizi bir minibüse bindirmişti. Camları siyah perdelerle örtülü bir minibüs. Ne trafik vardı yollarda, ne de bekleme, kısa sürede ulaşmıştık şehre...
Fakat bu gidişimde şehre ulaşmak nerdeyse İstanbul’dan Moskova’ya uçuş saatimiz kadar sürdü. Adım adım ilerleyen bir trafik, arka arkaya, yanyana, sıkış tepiş arabalar. Ama hepsi de lüks arabalar… Öyle böyle değil, hiçbir şehirde bu kadar lüks arabayı birarada görmedim. En çok da Mercedes... Hepsi son model… Ve yine reklam panoları. Bildiğimiz uluslararası markalar, bildiğimiz reklam panoları, bildiğimiz mankenler… Her adım başı, göz alıcı renklerle insanlara mal satmaya çalışan bilbordlar...
Moskova’ya ilk geldiğimde bu reklam panolarının yerinde devrim afişleri yer alıyordu.. Çoğunlukla kırmızı, sarı renklerin hâkim olduğu pankartlarda sosyalizm, barış, halk sözcüklerinin yer aldığı farklı sloganlar çarpıyordu gözümüze. Bu panoları gördükçe heyecanımız kat be kat artıyordu. Çünkü Gorbaçov, yozlaşmaya yüz tutmuş toplumu kurtarmak için yeniden sosyalizmin köklerine dönmeyi öneriyordu. Bunun için de daha fazla açıklık, demokrasi ve çoğulculuk gerekiyordu. Ama Marx’ın ve Lenin’in öğretilerinden ayrılmadan. O zamanlar böylesi bir dönemde Moskova’ya geldiğim için şanslı sayıyordum kendimi. Öyleydi de, tarihi bir döneme tanıklık ediyorduk.
Moskova’ya ilk geldiğimde bu reklam panolarının yerinde devrim afişleri yer alıyordu.. Çoğunlukla kırmızı, sarı renklerin hâkim olduğu pankartlarda sosyalizm, barış, halk sözcüklerinin yer aldığı farklı sloganlar çarpıyordu gözümüze. Bu panoları gördükçe heyecanımız kat be kat artıyordu. Çünkü Gorbaçov, yozlaşmaya yüz tutmuş toplumu kurtarmak için yeniden sosyalizmin köklerine dönmeyi öneriyordu. Bunun için de daha fazla açıklık, demokrasi ve çoğulculuk gerekiyordu. Ama Marx’ın ve Lenin’in öğretilerinden ayrılmadan. O zamanlar böylesi bir dönemde Moskova’ya geldiğim için şanslı sayıyordum kendimi. Öyleydi de, tarihi bir döneme tanıklık ediyorduk.
Aslında ne otuz yıl önceki, ne de bugünkü Moskova bizim alışık olduğumuz şehirlerden değildi. İklimi, mimarisi, yaşamı bizim şehirlerimize hiç mi hiç benzemiyordu. Anıt binalarla doluydu şehir. Otuz yıl sonra onları yeniden görmek mutlu etti beni. Bunların içinde, Stalin döneminde, esir Nazilere yaptırılan, bugün 7 Kızkardeş diye anılan 7 devasa binanın özel bir anlamı vardı benim için. Otuz yıl önce, tepelerindeki kocaman kızıl yıldızlara bakmak, askeri diktatörlüğün olduğu ülkeden gelen bir devrimci olarak bana tuhaf bir gurur veriyor, güzel günlere olan inancımı artırıyordu. Bugün ise buruk bir hatıraya bakar gibi kederle süzdüm o, 7 Kızkardeşi.
Otuz yıl önce eğitim gördüğüm Marksizm Leninizm Enstitüsü, o zamanlar Moskova’nın dış mahallelerine yakın, Aeroport Metro İstasyonu’nun çıkışındaki, küçük parkın karşısında dikilen görkemli taş bir binada eğitim veriyordu. Yemen’den Nikaragua’ya, Kanada’dan Afganistan’a dünyanın her yerinden gelen ilerici ve devrimciler bu okulda, devrim tarihi, ekonomi politik, felsefe, sosyal psikoloji gibi dersler görüyordu. Okulda tam bir enternasyonalizm rüzgarı esiyordu. Hepimiz, sınıfsız bir toplumu kurma idealiyle yanıp tutuşuyor, savaşın ve sömürünün olmadığı bir dünya kuracağımıza inanıyorduk. İdelojik birliği saymazsak, okulda rengârenk birçok kültürlülük vardı. Elbette Moskova’ya iner inmez doğru eski okulumun yolunu tuttum. İnanılmaz şey, okul binası bütün görkemiyle orada duruyordu. Hatta duvar süslerindeki orak çekiçler bile olduğu gibi kalmıştı, ama biraz yaklaşıp kapının üzerindeki altın sarısı metal harfleri görünce bir tuhaf oldum: “Finans Üniversitesi” yazıyordu. Bir zamanlar uluslararası sermayeye karşı mücadele edenlerin eğitim gördüğü bu bina, şimdi Rusya’daki finans kapitali yönetecek öğrencileri yetiştiriyordu. İçeri girmek, sınıfları, koridorları dolaşmak istiyordum, tadım kaçtı, yapamadım.
Okuldayken de hep yaptığım gibi şehrin merkezine gitmek için metroya yürüdüm. Metro deyip geçmeyin, Moskova’nın simgelerinden biri de şehrin altında adeta başka bir şehir gibi kıvrım kıvrım uzanan bu metroydu. O zamanlar neredeyse bedavaydı, şimdi de ucuzdu. Ve öyle istasyonlar vardı ki metroda, öyle güzel düzenlenmiş, öyle güzel dekore edilmişlerdi ki, sanat galerilerinden hiçbir farkı yoktu. Bütün gün metroda istasyonlar arasında gezinebilir yine de canınız sıkılmazdı. Metroda gezerken devrim heykellerini görmek, Lenin’in resimleriyle karşılaşmak beni mutlu etti. Ruslar bizim yaptığımız yanlışı yapmamışlar, geçmişlerini inkâra kalkışmamışlardı.
Melankoli sebebi havalar
Otuz yıl önce Moskova’ya geldiğimde kış çoktan başlamıştı. Günün büyük bölümü alacakaranlıktı, o karanlıkta güzel olan tek şey kardı. Evet, eylül ortalarında şehri kaplayan kar, mayıs başına kadar kalkmıyordu sokaklardan. Bu eski şehrin biricik süsü gibiydi o kadim beyazlık. Hele sabahları uyandığınızda kristale dönüşmüş devasa ağaçlarla karşılaşmak çok güzel duygular uyandırıyordu insanda. Bizim gibi güneşi görmeye alışkın Akdenizliler için bu karanlık havalar melankoli sebebiydi. Bu beladan kurtulmanın tek yolu sanattı. Sadece yazmaktan, okumaktan bahsetmiyorum. Sokaklarda Tolstoy, Gorki, Puşkin, Çaykovski gibi büyük sanatçıların heykellerini görüyorduk. Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi’ni geziyorduk, Tretyakov Devlet Galerisi’ndeki benzersiz sanat eserlerini izliyorduk. Ve elbette sık sık Bolşoy Tiyatrosu’na gidiyor, Don Kişot, Yeni Çağ, Giselle, Kuğu Gölü gibi baleleri izliyorduk. En önemli ayrıcalığımız, yer bulmanın her zaman sorun olduğu bu muhteşem tiyatroya kolaylıkla bilet bulabilmekti. Bu temsillerden birinde tuhaf bir olay gelmişti başımıza.
1986 yılbaşından birkaç gün önceydi. Kamelyalı Kadın’ı izlemek için yine Bolşoy’a gitmiştik. Fuayede çay içerken, birden tanıdık sözcükler geldi kulağımıza. Birileri Türkçe konuşuyordu, hayır Azeri Türkçesi değil, bildiğimiz İstanbul Türkçesi. Biz Moskova’da illegal olarak bulunduğumuz için hemen yoldaşlarımızı, “Aman tiyatroda birkaç Türk var,” diye uyarmaya kalkıyorduk ki, birden fuayede onlarca Türk vatandaşı olduğunu fark ettik. O yılbaşını geçirmek için Türkiye’den tam üç otobüs insan gelmişti. Hepimiz Rusça konuşmaya başladık, böylece kendi vatandaşlarımız tarafından fark edilmemeyi başardık ama Rusçamız o kadar kötüydü ki, bu kez de Moskovalılar tuhaf gözlerle süzmeye başlamışlardı bizi.
Otuz yıl sonra yeniden çaldım Bolşoy Sanat Tiyatrosu’nun kapısını. Yine Kuğu Gölü sahneleniyordu ama yer bulmak imkansızdı. Önünde bir fotoğraf çektirmekle yetindim.
1985 yılında büyük bir değişime hazırlanıyordu Sovyetler Birliği. Çünkü 1917’de yapılan sosyalist devrimde ciddi sıkıntılar başlamıştı. Moskova’da yaşadıkça bunu biz de görüyorduk aslında, sosyalizm hakkında kurduğumuz pembe hayaller birer birer yıkılıyordu. İnsanların yüzündeki mutsuzluğu fark etmemiz de çok zaman almadı. Nüfusun büyük bölümünü saran alkolizm toplumu tehdit ediyordu. Öyle ki, önlem olarak Komünist Partisi’nde içki yasağı başlamıştı. Büyük kaynaklara sahip bu dev ülkenin, hantal bir politik yapı yüzünden içten içe çürüdüğünü anlamıştık ama umudumuzu yitirmiyorduk, çünkü Gorbaçov önderliğindeki Komünist Parti sorunu tespit etmiş ve çözüm önerileriyle yeniden ülkeyi ve sosyalizmi ayağa kaldırmaya karar vermişti. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 27. Kongresi’nin ana konusu bu değişimdi. Çoğulcu, demokratik, şeffaf bir sosyalizm hedefleniyordu. Ama olmadı, çünkü çok geç kalınmıştı. Ve ben Moskova’dan ayrıldıktan dört yıl sonra sosyalizm çöktü. Daha doğrusu sosyalizmin Sovyet tipi çöktü. Adına sosyalizm denilsin ya da denilmesin insanlığın daha özgür, daha mutlu bir yaşam arayışının biteceğine inanmıyorum.
Şehir renklenmişti
Günümüz Moskova’sında dolaşırken önemli bir değişikliği fark ettim, şehir sanki renklenmişti. Benzetme yapmak için “renklenmişti” sözcüğünü kullanmadım, evet Moskova gerçek anlamda renklenmişti. Güzel Rus kadınları şimdi daha güzel görünüyorlardı. Restoranlarda hizmet çok daha iyiydi. Yiyecekler çeşitlenmiş ve zenginleşmişti. Ama sokaklarda, metro istasyonlarının girişinde otuz yıl önce hiç göremeyeceğim trajik görüntüler vardı: Dilenen, uyuyan, karnını doyuran evsizler.
Arabanızın camını silmek için koşuşturan genç insanlar... Bunlar yıkımın gözle görünün yüzüydü. Bir de göremediklerim vardı. Moskova’da bir kesim inanılmaz servetler edinirken bir kesim hızla fakirleşmiş, insanlar adeta kendi kaderlerine terk edilmişti. Son dönem yaşanan ekonomik kriz Rus halkını iyice fakirleştirmişti. Moskova’daki son geceme kadar hep aynı soru dolandı durdu kafamda:
“Hangisi iyi acaba? Sadece toplumun ortalama ihtiyaçlarını karşılayıp bireyi dikkate almayan sosyalizm mi, yoksa sadece girişimci bireyin ihtiyacını temel alan kapitalizm mi?”
Son gece otelimin hemen yakınındaki Mayakovski heykelini ziyarete gittiğimde aldım bu sorunun yanıtını. Vakit ilerlemişti, sokakta kimsecikler yoktu. Bir bankta oturmuş, bu büyük şairinin heykeline bakarken bir ses duydum. “Neden bu ikisine mahkûm olalım ki,” diyordu. “Neden daha özgürlükçü, daha çoğulcu, daha renkli, daha insancıl bir sosyalizm kurmuyoruz?”
Kendi vicdanımın sesi miydi yoksa Ekim Devrimi’nin bu yiğit oğlunun sesi mi bilmiyorum, ama duyduğum yanıt hoşuma gitmişti.