Ahlaken temizlenmesi gereken bir toplumuz
Büşra Ersanlı, 3 Kasım 2011'de gözaltına alındı. İddianame ortada yoktu, ancak özel hayatı bir “suç”muş gibi döküldü ortaya. Bulut Falı kitabıyla 9 aylık cezaevi deneyimini anlatıyor. Bu bir anı kitabı değil, kendine yollanan mektuplarla yüzlerce insanın tanıklığını seriyor önümüze; dolayısıyla Türkiye'de siyaset ve yargı sisteminin geldiği noktayı da.
Esra Açıkgöz / CumhuriyetBüşra Ersanlı, bir profesör. Siyaset bilimci. Orta Asya Türk dünyası uzmanı. 3 Kasım 2011'de gözaltına alındığında, büyük bir karalama kampanyasıyla bu vasıflarının yanına kendisiyle hiç alakası olmayan bir sıfat daha eklenmeye çalışıldı: “terörist”. Oysa hayatı boyunca şiddetsiz bir dünyadan yana tavır aldı Ersanlı, Kürt sorunun çözümünü demokratik yollarda gördü. O nedenle buna karşı dünya çapında destek kampanyaları düzenlendi Ersanlı için. 13 Temmuz 2012'de serbest bırakıldı, ancak dava hala sürüyor. Ersanlı da dokuz aylık cezaevi sürecini Can Yayınları'ndan çıkan “Bulut Falı-Bir BDP'linin Cezaevi Tanıklığı” kitabında anlatıyor. Bu bir günlük değil, aksine kendisine yollanan mektuplara ağırlık vererek Türkiye siyaset ve yargı dünyasının bir profilini çıkarıyor bize.
-Kitabınızı konuşmaya gelmiştim, ama röportaj seçim sonrası olunca sizden bir değerlendirme almamak olmaz. Nasıl değerlendiriyorsunuz seçimsonuçlarını, balkon konuşmasını?
Aslında lider anlayışı Türkiye'de henüz değişmedi, demode bir lider anlayışı var. Paylaşılan kararlara henüz bu ülke alışmadı, bunun ana nedeni demokratik uygulamaların yaygınlaştırılmaması. Şimdi sadece “adamını seçmek” gibi günü dolmuş bir siyasi anlayış var. Bu şekilde demokrasi olmaz. Şu anda sadece barış sürecinin tehlikeye girmemesini dilerim. O da hükümetin değil, diğer tarafın kararlı olmasıyla alakalı tabii.
- “Adamını seçmek” lafı seçimin cinsiyetçi yapısınıda çok iyi anlatıyor.
Tabi “adam”ını seçmekte zaten kadını seçmemek de var. Geçen sefer iki belediye başkanı kadındı, şimdi dört oldu. Halbuki 81 merkez belediye var. Kadın belediye başkanlarının da zaten ikisi BDP'nin. BDP'nin kazandığı 20 ilçenin de başkanı kadın. Bir de eşbaşkanlık var, biliyorsunuz. Bu cinsiyet ayrımını kırıyor. Fifti fifti temsilin zorunlu olduğu ön plana çıkıyor. Ben de bu yüzden bu partideyim.
-Öyleyse BDP'li olduğunuz için yaşadıklarınıza, tutuklanmanıza ve dolayısıyla “BulutFalı” kitabınıza gelelim. 58yaşına kadar hiçbir partiye üyedeğilken ,neden BDP'de yer aldınız?
Siyasi faaliyetin bu şekilde olanını; şeffaf olmayan, denetlenemeyen, paylaşılmayan durumların içinde olmayı hiç sevmiyorum. Bunu sevmediğim ve kadınlar eş görüldüğü, bu alanda çok teşvik olduğu; diğer ilkeleri de Türkiye ortalamasının daha ilerisi için bir umut yarattığından BDP'deyim. Profesör olabilmiş bir Türk aydınının düşünsel yapısının net olarak bu yapıda olabildiğini de göstermek istedim.
-Tamda “profesörolabilmişbirTürkaydını” olduğunuziçinburadikalliksayılıyor...
Hiç değil, aslında en normalini yaptım. Eğer burası demokratik bir ülke olsaydı, partiye üye olmadan, bu konunun daha etraflı araştırmasını yapıp, projeler yürütürdüm. Ama çok büyük haksızlık yapıldığı için vicdanım orada kendimi isim olarak göstermek istedi. O kadar; daha gerisi yok! Hayatı boyunca barışı savunmuş, şiddetle alakası olmayan birini, terör örgütü yöneticisi olarak düşünmesi, araştırmadan bodoslama toplayalım şu belaları yaklaşımı çok çirkin. Bu çirkinlikler devam ediyor. Biz paraleldik, şimdi başkası paralel oldu. O biter, öteki olur. Sürekli bir “iç düşman”la yaşama ihtiyacı duyan bir siyasi liderlik batmaya mahkumdur. Meseleyi ne dine çekmek istiyorum, ne de başka bir şeye. Çünkü meselenin özü aslında Bizans-Osmanlı, “ben bilirim”, erkeklik, abilik, babalık... Hırsla iktidar için tepinme hali...
-Parti çalışmalarının sizi cezaevine götüreceği hiç aklınıza gelir miydi?
Ben bugün hapisten çıkmış biri olarak dahi her an hapse girebilirim diye düşünerek yaşamam. Kişiliğim öyle değil. Ama Türkiye'de hukusuzluk, haksızlık olduğunu da gayet iyi biliyorum.
-Sizi, BulutFalı'nı yazmaya iten neydi?
Bu, Türkiye'deki siyasi adabın nasıl işlediğini ve ona karşı nasıl durulabildiğini gösteren bir tanıklık. Kendimi bu yaşananın esas kişisi olarak görmüyorum, sadece tecrübe ve yaş itibariyle daha uzun süre Türkiye'deki bu uslubu gözlemledim... Bu kitabı yazmak kolay olmadı tabii, en azından bir sene daha o atmosferde yaşamış oldum. Ama mektupların ve ziyaretçilerin bana nasıl bir güç verdiğini, bu yoğunlukta bunun pek sık olmadığını, hatta hapishanedeki insanların unutulmakta olduğunu düşündüm ve bu deneyimi bana destek veren, günümü iyi geçirmemi sağlayan ve haksızlığa karşı daha güçlü olmamı temin eden insanlarla paylaşmayı arzuladım.
- Neredeyse size yollanan her mektuba yer vermişsiniz. Neden bu kadar önemliydi bu mektupların kitapta olması?
Günlük tutmaya ablam teşvik etmişti, ancak yaşanılanın sadece günlükle, benim duygularımla anlatılamayacağını bildiğim için mektuplara ağırlık verdim. Ben ilk defa 21 yaşımda hapse girdiğimde Türkiye'de antikomünist, antisosyalist hatta anti sosyal demokrat yasalar vardı. Ben de onların propagandasını yapmıştım. Ama bu sefer terör örgütü elebaşı havasında alınmam, hiçbir yere oturmuyor. Düşman hukuku bu. Ona tepkiyi birinin yazıyla da bildirmesi lazım.
-40 yıl sonra tekrar cezaevinde olmak size ne düşündürttü ,bu ülkede hiç m bir şey değişmemiş?
Üslup olarak değişmediği hatta yer yer “baba”lar ve “adam”ların daha da ilkelleşildiğini görmek mümkün. 1972'de alındığımda bir fesat vardı, şimdi onu da kaldıran bir saldırganlık olduğunu gördüm. Fakat zamanın geçmesiyle hapishane koşulları daha yerleşmiş. Türkiye'de hapishane kültürü bayağı kuvvetli. TOKİ'ler kadar heyecanla hapishane yapıldığını görüyoruz, barınakları sağlam olsun diye (gülüyor).
-Gelişme olmadığını bilip de yola devam etme gücünü ne veriyor size?
Baskının çok net oluşu ve ülkesini seven bir insanın bu girdaptan çıkmak için mücadele edişi.
-Büyük bir karalama kampanyası yapıldı sizinle ilgili...
Açıkçası fazla şaşırmadım. Beni yakalamaya gelen terörle mücadele polisinin ürkek ve çekingen olduğunu gördüm. Yanlış bir şey yapıldığını hisseden insanların, Kürtlerin muhalefet siyasetine böyle bir saldırıyı gerçekleştirmek için kurmaca iddianame ve suçlama atmosferi yaratacakları belliydi. Aynı günlerde beni destekleyenler çok oldu, böyle olunca halkı ikna etmek için ilkel suçlamalar yaptılar. Sessiz dursalardı tutuklamayı mahkemenin o suçlamalarla yapması zor olacaktı. Ama, evet, çok acayip şeyler yaptılar. Mesela İmralı'ya gitmek için kaçırılmak istenen feribot olayında bile adımı andı televizyonlar.
-Eski eşinizin Musevi olmasından, Doğu Perinçek'in eski baldızı oluşunuza kadar her şeyi çıkardılar önünüze...
Bu üslup, nelerden suç çıkarıldığını çok güzel gösteriyor. Ayrımcılığın içine işlediği bir sağ politika var Türkiye'de. Zaten muhafazakarlık ailenin, hiyerarşinin üstün değerler olduğuna, insanlar arasında eşitsizlik olduğuna inanır ve düzenin korunması için hiyerarşinin yarattığı baskı kabul görür. Ama tabi muhafazakarlığın bazı iyi noktaları da var, ama yeni muhafazakarlık, yeni sağ derken onları da ortadan kaldırdılar. Mesela, insanların özelini ortaya sermemek, her yerde her şeyi konuşmamak, bunları inanmış insanlar yapmaz.
- Yine de “terör” Türkiye'de her zaman prim yapan bir gerekçe. Ona kanıp, çevrenizden uzaklaşanlar oldu mu?
Olmadı. Hiçbirimiz ciddiye almadık ki. Akademide ayaklanma dersi vermişim. Öyle bir müfredat yok ki dünyada. Kadın bakış açısıyla siyasete giriş dersi vermem suç sayıldı. KADER için bir erkek meslektaşımla yazdığım bir kitaptı bu.
- Dava devam ediyor...
Temmuz'da mahkeme. Silivri'de olmayacak galiba, 3. Ağır Ceza Mahkemesi bakacak. Neden temmuza kadar bekleyecek, bilmiyorum. Herhalde cumhurbaşkanlığından önceki dönemine koymak istemiş. Elde kalan rehineler belki lazım olur diye (gülüyor).
-Kitapta duygusallığın en yükseldiği nokta, cezaevinden çıkışınızı anlattığınız anlar...
O haksızlığın sivrildiği bir nokta. Bana dokundu. Arkadaşlarımın üç ay daha içerde kalması gibi dramatik bir şeyden bahsetmiyorum, bizi değil üç ay, üç gün bile tutma hakları yokken, böyle rastgele alıp bırakmaları çok ağırıma gitti.
-Ne öğretti bu yaşadıklarınız size?
Türkiye siyasetçilerinin on fırın ekmek yemesi gerekiyor. İstihbarat dahil. Yargının gerçekten çok zayıf olduğunu ve düşman hukukuna sığınmaktan başka çareleri olmadığını düşünüyorum. İç düşman ilan etme durumu hala devam ediyor ve bunun adına ileri demokrasi deniyor. Aslında ülkeye dair bildiğim bütün tezatlıkları daha da kuvvetlendirdi yaşadıklarım. Bir de bu kitabı yazarken Türkiye'nin ihtiyacı olan şeyin paylaşarak bilgi üretmek olduğunu öğrendim. Artık sosyal bilimlerde kendini içine katmadan, eski tür “bilim adamı” soğukluğunda yapılan çalışmaların değeri azaldı. Bir otoritenin dersi ya da bildirimi olarak bilginin gelişemeyeceği; dolayısıyla tanıklık, yüzleşme türündeki edebi, edebi olmayan araştırmaların şu an daha değerli olduğunu düşünüyorum. Ahlaken temizlenmesi gereken bir toplumda yaşıyoruz