Afşin Kum'dan 'Sıcak Kafa'
Afşin Kum, “Sıcak Kafa” isimli ilk romanıyla okurla buluştu. Yazarla akıl, dil, uygarlık, hayatın doğası gibileri temalara değinen ve konuşma yoluyla, zihinden zihine bulaşarak yayılan bir hastalığı konu alan bilimkurgu romanını konuştuk.
Cem Tunçer
- Kitabın yazım süreci nasıl şekillendi? Ne kadar sürede ortaya çıktı bu kitap?
- Kitabın kökenindeki fikir, sanırım beş altı yıldır aklımdaydı, ara ara notlar alıyordum. Hikâyenin ana hatları giderek kafamda şekillendi. 2014 Eylülü’nde oturup yazmaya başladım. Son şeklini alması, düzeltmelerle birlikte bu zamanları buldu.
- Sizi Afili Filintalar’dan tanıyoruz. Bunun dışında Soundcloud hesabınızdan da yaptığınız müzikleri takip ediyoruz. Aynı zamanda sinemayla da içli dışlısınız. Tüm bunların bir parçası olmak, kitabıın yazım aşamasında size ne tür bir katkı sağladı?
- Yazarken, özellikle aksiyon kısımlarında, görsel düşünerek yazıyorum. Aslında, bunu yapmakta serbest olduğumu fark ettikten sonra, daha rahat yazabilmeyi de başardım. Film anlatır gibi yazmaktan bahsetmiyorum. Film tekniklerini kapsama, bunu yazdıklarımın bir parçası haline getirme gibi bir durumu kast ediyorum. Bunun dışında, müzik ve filmle içli dışlı olmak, dramatik bir ritim duygusu geliştirmek gibi bir avantaj da sağlamış olabilir.
- Kitabınızı bir yönetmen filme çekecek olsa peki?
- Aklıma ilk David Fincher geliyor. Pratikte biraz zor olsa da...
“AKIL KENDİSİNDEN VAZGEÇMEZ”
- Hikâyenizde gizemli bir hastalık kol geziyor. Bu hastalığa kapılanlar saçmalamaya, “abuklamaya” başlıyor. Abuklama dinlendikçe yayılan, anlaşılmaya çalışıldığında kapılan bir hastalık. Bu yüzden düşünsel diyebileceğimiz rahatsızlığa psikanalitik bir çözüm mümkün değil. Bu bağlamda kitabın üstüne kurulu olduğu cümlenin “Cehalet mutluluktur” olduğunu söylemek mümkün mü?
- Evet, kitapta anlatılan durum, bir açıdan o sonuca çıkıyor denebilir. Ama doğru olduğunu bilsem bile böyle bir cümleyi söylemek istemem. Bana göre cehalet cehalettir. Mutluluk başka bir şeydir. Aslında cehalet mutluluktan çok acı verir. Ama bu acıyı cahil olandan ziyade diğerleri çeker. Bu durumda cehaletin mutluluk olduğunu söylemek, en azından, çok bencilce olur.
- Bir virüs salgını, karantina bölgeleri var, burda birtakım hastalar yaşıyor. Totaliter bir uzamda olduğumuzu hissediyoruz. Öte yandan, tasvir ettiğiniz dünya, bir salgın sonrası zombilerin ele geçirdiği dünya gibi aynı zamanda. Siz kitabınızı politik bir kitap olarak tanımlar mıydınız? Yoksa insanların hayatta kalma çabası mıdır daha çok?
- Totalitarizm, korku üzerinde ayakta durur; kitapta anlatılan salgın ve onun yaydığı korku da totaliter bir iktidar için ideal ortamı yaratıyor. Kitapta bu durumla ilgili bazı düşünceler olsa da odak noktasının salgının yarattığı kıyamet hali ve o dünyada hayatta kalma derdi olduğunu söylemek daha doğru olur. Yani, tür olarak, siyasi distopyalarla ortaklıklar taşısa da kıyamet kurmacası denen grupta, zombilerin hemen yanında duruyor.
- Karantina bölgesindeki hastalardan daha tehlikeli olan bir şey var: O da karantina bölgesinde olup hasta olmayanlar. Karantina bölgesinde “abuklayan”, söyledikleri anlaşılmayan insanlar mevcut fakat asıl sorun, onların arasına yanlışlıkla kaldırılanlar. Onlarla yaşamak zorunda bırakılanlar. Delilerin arasında sıkışıp kalmış hissettiğimiz çokça an olsa gerek. Siz ne düşünüyorsunuz? Delilerin arasında sıkışmak, deli olmaktan daha zor. O halde neden deli olmayı seçmiyoruz?
- Sanırım akıl denilen şey, doğası gereği direnme eğiliminde. Kendi varlığını sürdürmek için acı çekme pahasına da olsa direniyor. Akıl, kendisinden vazgeçmez, dayanabileceği son noktaya kadar dayanır, dayanamadığı noktada da kendini imha eder. Ama bu bizim seçebileceğimiz bir şey değil. Aklımızı koruduğumuz sürece acı çekmeye mecburuz.
- Kimi fikirler yasaklamalı, karantinaya alınmalı gibi bir sonuç çıkarılabilir mi kitabınızdan? Anlayamadığımızdan, anlamlandıramadığımızdan korkmalı mıyız?
- Anlayamadığımızdan korkmak kaçınılmaz bir durum. Çünkü anlayamadığımız sürece göre orada gerçekten bir anlam olduğundan asla emin olamayız. Ya da bazı şeyler bizim anlam dünyamızın dışında kalabilir. Bunun, pratikte, o şeylerin bir anlamı olmamasından farkı yok. Anlamsızlık da asıl korktuğumuz şeydir. Kitaptaki abuklama hali büyük bir belirsizlik taşıyor. Sağlıklı kalan insanların, abuklamanın nasıl bir şey olduğu konusunda hiçbir fikri yok çünkü onu hiç dinlememişler. O yüzden arkasında bir anlam olup olmamasının da bir önemi yok. Çünkü varsa bile o anlamla asla karşılaşmayacaklar. Karşılaştıklarında da artık kendileri olmayacaklar.
“KELİMELER BAZEN TEHLİKELİDİR”
- Kelimelerin gücüne dair popüler kültürden felsefenin derinliklerine çokça referans geliyor aklımıza. Sizce kelimelerin dünyayı değiştirme gücü var mıdır? Kelimelerin ya da söylemlerin, transandantal bir dünyaya ait oldukları, aslında bir nevi efsunlu olduklarını söyleyebilir miyiz? Yazılan muskalar, büyüler geliyor aklıma...
- Kelimelerin elbette dünyayı değiştirme gücü vardır, hatta başka hiçbir şeyin bu kadar dünyayı değiştirme gücü yoktur desek pek yanılmış olmayız. Ama bu değişikliğin her zaman olumlu yönde seyredeceğinin garantisi yok. İnsanlığın büyük başarılarının olduğu kadar sorumlu olduğu en büyük felaketlerin kökeninde de kelimeler vardır. Kelimeler ve anlamlar arasındaki ilişkiye çok fazla bel bağlamamamız gerekiyor. Bazen kelimeler, anlamlarından kopup kendi başlarına hareket etmeye başlar. İşte o zaman bayağı tehlikeli olabilirler.
- “Aklı bas¸ında bir insan, aklını kac¸ırmıs¸ bir toplumda herhalde deli go¨ru¨necektir,” diyor Kurt Vonnegut. Kitabınızda tabiri caizse deliler ve dâhiler arasındaki sınır kalkmış görünüyor. Hastalık sahipleri, herkesten daha zeki, sanki mistik bir havada konuşuyor gibiler. Böyle bir sınıra inanıyor musunuz? Bir klinik eleştirisi olarak da okunabilir gibi romanınız?
- Cehaletin mutluluk olduğu, birbirini anlamanın imkânsız olduğu, delilikle dâhilik arasında fark olmadığı gibi sözler, benim kişisel felsefeme tamamen ters. Bir şeyin yanlış olduğunun kanıtlanamıyor olması doğru olduğunu göstermez. Bu sözler, boş laflar değilse de, kafamızın içinde taşıdığımız muhteşem organa saygısızlıktır bana göre. Düşünebilmek için bazı varsayımlar yapmak ve onları sorgulamadan doğru kabul etmek zorundayız. Öte yandan, insanın düşünen bir özne olarak varoluşuyla, hominid familyasından bir hayvan olarak varoluşu arasında bazı farklar vardır. Hatta, bu iki varoluşun çatışması, bütün mutsuzluklarımızın kaynağıdır. Bu çatışma bazen birinin diğerini imha etmesine kadar gider. Biz dışarıdan bunu delilik ya da intihar şeklinde görürüz. Ruhla beden arasındaki karşıtlıktan değil, doğruyu bulmaya çalışan akılla hayatta kalmaya çalışan akıl arasındaki karşıtlıktan bahsediyorum. İkincisi birincisinin doğruyu bulmasına engel olabilir bazen ya da birincisi ikincisinin hayatta kalmasına.
- Alper Canıgüz editörünüz. Kendisiyle üniversite yıllarından, Boğaziçi’nden tanışıyorsunuz. İyi bir arkadaşınızdan editoryal öneriler almak bir avantaj mıydı?
- Alper çok yakın arkadaşım olmasından öte, üniversite zamanlarından beri aralıksız olarak fikir alışverişinde bulunduğum biri. Dolayısıyla kafama taktığım meseleleri de yakından biliyor. Kitabın hikâyesini ve anlatmaya çalıştığım şeyleri en iyi anlayacak kişilerden biri. Tabii aynı zamanda tecrübeli ve iyi bir yazar. Onun editörlüğü üstlenmesi kitap için büyük şans.
Sıcak Kafa / Afşin Kum / APRİL Yayıncılık / 192 s.