Affedersiniz mülteci
Bir süredir annemin sağlık sorunları dolayısıyla ezeli yerleşim yerimiz Çeşme’deyim. Eve günde iki posta gelen “geçmiş olsuncu”ların en büyük sıkıntılarından biri ne sıcaklar ne de kurulamayan koalisyon. Herkesin dilinde bir “Güzel şehrimiz İzmir’i bile Suriyeliler doldurdu” türküsü var ve İzmir böyle akınları hiç sevmez, bilirsiniz.
Deniz Özturhanİzmirli diyegeldiğimiz insan kitlesinin çoğu 1912’de Balkanların çeşitli yerlerinden göçmüş olmayı adeta Avrupa Birliği’nin bir parçası olmakla bir tutsa ve bir gurur nişanı gibi göğsünde taşısa da, sevmezler yabancıyı. Haksız da değillerdir. Yabancı, hele ki aç, çaresiz, işsiz, parasız yabancılar, güzel İzmir’in yaşam kalitesini aşağılara çekerler! Çeşme’nin inci tanesi sokaklarına, o yıllarca emek vererek verandasına begonvil sardırılmış yazlık evlerinin önüne dilenci aileleri, sefil inşaat işçileri yakışmaz! Çocukların gece yarılarına kadar oynadığı parklarda yatıp kalkan, ne idüğü belirsiz insanların şimdiye kadar oluşturmadılarsa da, gelecekte güvenlik sorunları oluşturacağı aşikardır. Üstelik bu yabancılar bir de Çeşme üstünden Yunan adalarına, yani Avrupa’ya kaçmak istemekte ve güzel denizimizde boğulmak suretiyle bizi çok üzmektedirler. Olacak iş değildir, bu daha nereye kadar böyle gidecektir?
Sevgi pıtırcığı Ekşi Sözlük
Hadi bizim ulusalcılığın kalesi İzmir’i bir kenara bırakalım. Ülkenin aydınlık ve hatta radikal sesi Ekşi Sözlük’te “Suriyeli Arsızlığı” başlığına tıklayalım hep beraber. Modern, eğitimli, kafası çalışan Ekşi Sözlükçüler, etraflarında gördükleri her Suriyeliden o kadar rahatsız olmuşlar ki, sövmelerini sayfalara sığdıramamışlar. Türkiye’nin Suriye iç savaşındaki giderek belirginleşen rolü, yahut gelen insanların UNHCR verilerine göre yüzde 25’inin 18 yaş altı çocuklar olması bile umurlarında değil. Bu insanlara yapılan en temel eleştirilerden biri “savaşmadan ülkelerinden kaçtıkları”. Her beş entry’de bir, bizim vatanımızı nasıl savunduğumuzdan bahsediliyor lakin bildiğim kadarıyla sözlükçüler arasında İstiklal Savaşı gazisi de pek yok. Üstelik anlaşılan hiçbiri açıp Suriye tarihini okumaya tenezzül etmemiş. Baas Partisi’nin az buz değil 1963’ten beri ülkenin başına nasıl çöktüğünü, onyıllardır muhalefetin inanılmaz zulümlerle bastırılmasını, 2011 Arap Baharı sonrası bizzat sivil halka ateş açan devlet ordusunu, köylere atılan kimyasal silahları falan hiç iplemiyorlar. Hatta “Madem ülkende 5 yıldır savaş vardı neden üredin? Gelenlerin çoğu bebek!” diye kızıyorlar Suriyelilere. Ve kendilerince, çook haklılar.
Medya zaten bildiğiniz gibi
Hrant Dink Vakfı tarafından yürütülen “Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi” konulu çalışma da benzer veriler ortaya koymuş. Yani halk nefret kusarken medyamız elbet armut toplamamış. Gerek halkları biz-onlar şeklinde ayrıştırarak, gerek Suriyeli mülteciler yerine sadece yetkili Türklerin fikirlerine başvurarak, üstelik temel/evrensel insan haklarına zerrece değinmeden haber yapmaya devam etmişler. Tüm bu haberlerin işaret ettiği noktada, mültecilerin şu anda oluşturduklarından çok daha büyük sorunlar oluşturmasına kesin gözüyle bakılıyor. Turizmi baltalayan da onlar, ekonomiyi çökertenler de. Hükümetin mülteci politikası (bedava sağlık hizmeti, üniversiteye sınavsız giriş, yiyecek yardımı, gelenlerin denetimsiz bir biçimde büyük şehirlere salınması vb.) sanki bizzat Suriyelilerin kabahati gibi yansıtılmaya devam ediliyor. AKP’nin dünyada eşi benzeri görülmemiş politikası, toplumdaki hoşnutsuzluğu kabartan sebeplerin başında gelse de, hesap sokakta dilenen çaresiz insanlara kesiliyor.
Kahrol dünya!
Dünya bizim evimiz. Böyle yazdığımda gerçekten Norveç’ten Kaliforniya’ya, And Dağları’ndan Himalaya zirvelerine kadar her yer biz insanlar için varmış, hepsi bize kucak açmak için hazır bekliyormuş gibi geliyor. Oysa günümüzde dünyada gidecek yeri, yaşayacak toprağı olmayan, insan hakları ihlalleri, savaş, açlık vb. sebeplerden yer değiştirmek zorunda kalan 50 milyona yakın insan var. İşin kötüsü bu insanların yüzde 85’i fakir 3. dünya ülkeleri tarafından misafir edilmeye çalışılıyor. Ve evet, canım ülkem de bu fakir ama onurlu muhitlerden biri. Dünya kurulduğundan beri adil değildi lakin son birkaç yüzyıl gerçekten fakir ile zengin, gelişmiş ile geri kalmış, keyfi yerinde ile çaresiz arasındaki farkı iyice belirginleştirdi. Batı dünyası dünyanın pek çok ülkesindeki zenginliği lıkır lıkır içtiği bu yüzyıllar sonunda gelişti, serpildi, güzelleşti, medeniyet ve sosyal demokrasi keyfi sürdü. Gariban Afrika, boynu bükük Ortadoğu ve Asya ise dünyanın çöpüne, yönetimin itine kaldı. Şimdi Afrikalı mültecilerin çaresizce kaçmaya çalıştığı Avrupa ülkeleri, onları Akdeniz’in sularında boğulmaya bırakıyor. Ortadoğu savaşlarına en çok silahı yetiştirmiş bulunan ABD’ye, İngilitere’ye, Fransa’ya girebilmek için değil mülteci, bazen iş güç, mal mülk sahibi olmak bile yetmiyor. Uluslararası organizasyonlar ise “Boğulmasınlar da besleyelim mi?” tarzında ellerini havaya açmış durumda. Utanmasalar “Bizde de işler kesat biliyon mu kanka, varsa siz bize bi sakal atın” diyecekler. Halbuki yapılacak çok iş var. Nefretten, şikayetten, dışlama ve ötekileştirmeden ziyade, öncelikle hükümetin, sonra sivil toplumun olabilecek en barışçıl şekilde bu yaraya merhem olması gerek. Lakin başımızda her iç-dış politika sorununu kendi sarayına yeni bir altın varak imkanı olarak görenler oldukça, bizim halkımız da nefret dilini bırakamayacak gibi görünüyor. Halbuki az önce söyledim; dünya bizim evimiz.
Bütün dünya, hepimizin.