Adnan Özyalçıner'den 'Torik Akını'
“Torik Akını”; Adnan Özyalçıner’in yaşamından ve toplumun belleğinden damıttığı, edebiyatı edebiyatla ifade etme isteğinin bir sonucu olan öykülerinin güncel bir toplamı. Özyalçıner’le; farklı biçimleri, kurguyu ve gerçeği bir araya getirdiği öykülerini, kalemini ve yarım asırlık hayat arkadaşı Sennur Sezer’i konuştuk.
Reyyan Bayar- Öyküleriniz genellikle İstanbul gibi büyük bir kentte, yoksullukla mücadele eden kahramanlar üzerine kurulu. Bunun nedenlerini nerede aramalıyız; öyküyü duyumsayış biçiminizde mi, yoksa hayatı duyumsayışınızda mı?
- Benim yaşamı duyumsayışımla öyküyü duyumsayışım iç içe; çocukluk günlerime, ilkgençlik günlerime öykü yazmaya soyunduğum günlere dayanır. Ben, İstanbul’un kenar semtlerinden; bir o kadar da ünlü, eski bir semt olan Karagümrük’te doğup büyüdüm. Tam bir işçi mahallesiydi oturduğumuz mahalle. Babam önce demir, sonra dokuma işçisi oldu. Çekirdekten işçi. Mahallemdeki çoğu insan gibi annemle babam da okuma yazma bilmezdi. Ama gene mahallemdeki çoğu insan gibi yaşamın, yaşananların, özellikle de yaşatılanların acısını, çektirdiklerini çok iyi bilirlerdi. Yoksullukla yoksunluklarının ayırdındalardı. Daha iyi bir yaşamın çarelerini -çıkmazlarıyla birlikte- konuştukları, tartıştıkları çok olmuştur. Gelecek hayalleri düşleri içinde. İçine düştükleri/ düşürüldükleri yaşamlarının yoksunluklarına direnmesini bilen insanlardı. Bütün bunları bilip aralarında konuştukları hâlde ifade edemiyorlardı.
Yaşamın acısını da, sevincini de, yoksunluklara karşı direnmeyi de ben onlardan öğrendim. Öykülerimde onlardan gördüklerimi, öğrendiklerimi yani onları, onların ifade edemediklerini, bugün de ifade edilemeyenlerle birlikte, anlattım/ anlatıyorum.
- Çocukluğunuzun, gençliğinizin İstanbulu’na; semtleri, mimarisi ve insanî ilişkilerine atıfta bulunup günümüzle kıyasladığınız kısımlar göze çarpıyor. Sizin pencerenizden bakarsak kentte -ve bu bağlamda edebiyat ortamlarında- dünden bugüne neler değişti?
- Benim bütün öykülerim insan-mekân-zaman ilişkisine dayanır. Geçmiş, bugün, gelecek iç içe geçer/ geçmiştir. Bu pencereden baktığımızda çok şey değişti. İstanbul başta olmak üzere, Türkiye belki de dünya değişti/ değiştiriliyor. Tarihiyle coğrafyasıyla insanlık bu değişimin içinde yer alıyor. Savaşları durdurabiliyor muyuz, her türlü sömürüyü? Barış içinde bir arada kardeşçesine yaşamımız değişti bizim.
Edebiyata gelince bireylik başı çekiyor. İnsana, topluma, toplumla ilişkilerimize -iyisiyle kötüsüyle- bakan pek yok. Varsa yoksa serüven peşindeki insan. Zaman-mekan-insan ilişkisi sıfırlandı neredeyse. Toplumsal olsun olmasın gerçekler, gerçeklikler hak getire. Edebiyatımızda asıl değişen büyük sermayenin işin içine girmesiyle edebiyat değerinin yerini reklam değerinin alması.
“EDEBİYATIN YERİNİ REKLAM DEĞERİ ALDI”
- Edebiyatımızın hafızalarından birisiniz... Az önceki soru bağlamında bu yaşanmışlıkların öykülerinizdeki yansımalarını da konuşabilir miyiz?
- Yaşananların öyküleri benim öykülerim. Her öykümde insanı çevresi toplumsal ilişkileriyle vermeye çalıştım. İnsanın insanla ilişkisini, tarihi, coğrafyasıyla öykülemeye özen gösterdim/ gösteriyorum. Baştan beri öykülerimde bütün yapmak istediğim, yapmaya çalıştığım bir şey var. Değişen de değişmeyeni izlemek/ izletmek.
- Öykülerinizde sosyal yaşamdaki çelişkileri de ortaya koyuyorsunuz bir anlamda. Yakın tarihe dair pek çok olay ve kişi de öykülerinize konu oluyor. Bu, ülkenin çalkantılı siyasal iklimine bir tür kayıtsız kalamama hâli mi bu?
- Aslolan yazarın yaşananlara/ yaşatılanlara dolayısıyla siyasal, politik, ekonomik, toplumsal olaylara, yani çağına tanıklık etmesi değil midir? Yazar, toplumsal yaşamımızdaki çelişkileri ortaya koyarken yalnız tanıklıkla yetinmemiş, bir anlamda duruma da müdahale eder.
“METİNLERARASI DİL, METNİ DERİNLEŞTİRİYOR”
- Gerçek ve kurmaca arasındaki sınırı da konuşmak mümkün sanıyorum öykülerinizle beraber. Gerçeğin sınırlarını bir kurmaca metinde ne belirliyor?
- Benim kurmaca metinlerimde metaforlar yoluyla gerçeğe bir gönderme, gerçeği bu yolla ortaya koyma deneyimi yatıyor. Bir tür edebiyatı edebiyatla ifade etme isteği diyebiliriz buna. Bu konuda öykülerime gerçeğin kurmacayı, kurmacanın gerçeği belirleyeceği, belirlemesi gerektiği biçiminde bir yol çizdiğimi söylemeliyim.
- Türk Dili dergisinin 1975 Temmuzu’nda yayımlanan Türk Öykücülüğü özel sayısında Selim İleri, “Özyalçıner, daha çok okuru zorlandırmayı amaçlıyor bence” diye yazmış. Günümüzden bakınca kırk iki yıl önce yapılan bu yoruma katılır mısınız?
- Neden bilmiyorum, Selim İleri o yıllarda yazdıklarımı biraz çetrefil ya da dolambaçlı bulmuş olabilir. Yoksa “okuru zorlama” diye bir düşüncem hiç olmadı. Olayların, her türlü karmaşıklığına karşılık, kurguda dolambaçlı bir yol da izlenmiş olsa -öykünün özü gereği elbet- olabildiğince yalın bir dil, düzgün, bir o kadar da özgün bir anlatımdan yana olmuşumdur. Aradaki geçmiş, şimdiki, gelecek zaman ilişkileri dolayısıyla olan iniş çıkışlar, “zorlama”dan çok düşündürmeye, okuru olayın içine çekmeye yöneliktir.
- Kitapta yer alan öykülerde, birçok yazar, eser ve hatta filme gönderme var. Metinlerarası bir dil kurmuşsunuz... Bu dil üzerine de konuşalım isterim.
- Metinlerarası dil, son yıllarda, “Alandaki Park” kitabımla birlikte daha çok ortaya dökülmüş, açığa çıkmış durumda. Metinlerarası dilin metni derinleştirici bir yönü oluyor. Daha kapsamlı kılıyor. Gerçeği, gerçeklikleri daha belirginleştiriyor. Metni kavramada, özüne inmede kolaylık sağlayan bir özelliği ve güzelliği de var. Metne, özüne uygun bir yoğunluk kattığı da bir gerçek.
“HER ŞEYE İÇİNDE YATAN ÖYKÜ NEDİR, DİYE BAKARIM”
- Metinlerarasılıktan türlere uzanalım. Bir röportajınızda, “Ben şiir yazmadım ama şiirleri öykülerime taşıdım,” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
- Şiirsel yazış biçiminden söz etmedim. Hiçbir zaman da söz etmem. Belki kimi ince duyarlıklardır sözünü etmek istediğim. Aslında şiir dildir. Dilin ritmi. Öykülerimde dilin bu ritmini yakalamaya çalıştığımı söylemek istedim. Şiirin dilini, dilin şiirini yani.
- Birbirinden farklı olarak bazı öyküleriniz daha kurgusal bazıları gerçek ve kurgunun sentezi, bazılarıysa günce/ deneme gibi... Bu öyküleri bir araya getiren duygu bütünlüğü/ birikim nedir peki?
- Farklı biçimleri, kurguyu, gerçeği, gerçeklikleri bir arada bütünleştirmenin yolu öykülemeden geçiyor bende. Yaşanan, yaşadığım her şeye, insana, doğaya, taşa, toprağa, havaya, suya hepsine içlerinde yatan öykü nedir diye bakmışımdır. Gördüklerimi, duyduklarımı, bildiklerimi, gözlediklerimi, izlediklerimi hep öykü olarak kâğıda dökerim/ dökmüşümdür. Başı, sonu belirgin bir öykü olarak elbet. Bu arada meraklısına küçük bir anımsatma yapmak isterim: 1964 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan öykü kitaplarımdan ikincisi Sur’da bu türden öykülerim olmuştur: Tanrı Katında, Cinayetler Sarayı, Balkon Ölüleri, İnilti gibi vb.
“ANI YAZMAK YERİNE YAŞADIKLARIMI YAZDIM”
- Kitaptaki öykülerin çoğunda andığınız, okurken hissettirdiğiniz bir isim, hayat arkadaşınız Sennur Sezer... Yarım asrı bulan birlikteliğiniz edebiyatınızı nasıl etkiledi ve etkilemeye devam ediyor?
- Sennur Sezer’le önce yaşamımızı paylaştık. Bu paylaşım öykülerime de yansıdı ister istemez. Ben Sennur’u 1960’larda tanıdım. Öykülerimin hayranı olan 17-18 yaşında bir genç kız olarak. Bense o yıllarda yirmi beş yaşın üstünde yakışıklı denecek bir delikanlıydım. İlk kitabım Panayır’ın çıktığı yıl Doğan Hızlan, Cumhuriyet’e çalıştığımız tashih odasına getirip tanıştırdı Sennur’u bana. Çok genç, alımlı, esmer güzeli bir kızdı. Üstelik genç bir şair de. İyi arkadaş olduk Sennur’la. Onun içtenlikli dostluğuyla. Dost, arkadaş kaldığımız altı yıl boyunca duygusal bir yakınlık yoktu aramızda. Sennur edebiyat çevremizde en sevilen arkadaşımızdı. Benim o aralar çevremizdeki öteki şair kızların bir ikisiyle kimi duygusal yakınlaşmalarım da olmuştur. Sennur’la olmadı. Olmadığı gibi Sennur o ilişkileri bilirdi. O altı yıl boyunca hep arkadaş kaldık kısacası. Bilmiyorum nasıl oldu. Yedek subay öğretmen olarak askerlikten döndüğüm güz aylarında arkadaşlığımız duygusal yakınlığa dönüşüverdi birden. İkimiz de sıkı bir sevdaya tutulduk. Birbirimizi ne çok sevmişiz meğer. Bir yıl sonra, 1967 Ağustosu’nda evlendik. Birbirimizi hep çok sevdik. Senin de dediğin gibi tam kırk dokuz yıl, bir anlamda yarım asır birlikte yaşadık. Birdik iki olduk, ikiyken de bir olduk. Yaşamlarımız da sanatlarımız da birbirimizi etkiledi. Birlikte kitaplar üretmeye kadar... Başlangıçta öykülerimden etkilenmiş olan Sennur, böylece yaşamıma da öykülerime de girdi. Birlikteliğimizin getirdiği çok doğal bir sonuç bu bence. Burada şuna da bir açıklık getirmem gerekir. Ben anılarımı yazmadım, yazmak istemedim. Sennur da öyle. Anı yazmak yerine yaşadıklarımı yazdım. Öyküler hâlinde. Dikkat edilirse öykülerimde yaşanan günlerin tarihi yer alırken kişiler de görüntüye girer. Bunlar yaşadıklarımla kesişen dostlarımın arkadaşlarımın -çoğu yazardır- yaşadıklarıdır. Anısal yaşamları yerine öyküsel yaşamlarıdır. Kendi adları, kendi kişisellikleriyle vardır onlar öykülerimde. Meraklısı için küçük bir anımsatma daha yapayım, 1991 tarihli Alaycı Öyküler kitabımın başında şöyle bir not vardır: “Bu kitapta yer alan kimi öykülerde yaşanan olaylar, kişi ve yer adları tamamen gerçektir. Yalnız öykülerin kurgusu bakımından birtakım değiştirmeler yapılmıştır.” Soracak olursanız öykülerimin daha bir çoğu öyledir, öyle kurgulanmıştır.
“SENNUR’LA AYRILMADIK/ AYRILAMIYORUZ”
- Sennur Sezer’den söz açılmışken bir özrü de eklemeliyim diye düşünüyorum: Sizi hep beraber gördük ama geçen haftaki sayımızda Sennur Sezer’i siz yanında olmadan kapağımıza taşıdık... Ama en azından art arda yayımlanan sayılara konuk ettik ikinizi...
- Haklısın. İki yıl var ki birlikte göremiyorsunuz bizi. Sennur’u Cumhuriyet Kitap’ın kapağında görünce çok mutlu oldum. Sevdiğim bir fotoğrafıyla hem de. Sen söylüyorsun bir sayı sonra Cumhuriyet Kitap’a ben konuk oluyorum. Bir haftalık ayrılıktan sonra gene birlikteyiz. Ayrılmadık/ ayrılmıyoruz birbirimizden demek. Ayrılamıyoruz.
- Son olarak bir kısmı Sözcükler dergisinde yayımlanan “Sennur’la Konuşmalar”ın devamı gelecek mi? Belki bir kitap...
- Birbirimizden ayrılamıyoruz dedim ya, işte o yüzden Sennur’la konuşmalarım sürüyor. İlk dokuz bölüm Sözcükler’in dışında İnsancıl, Yeni e, Parende dergilerinde yayınlandı. Şu anda on sekiz bölümü buldu Sennur’la konuştuklarım. Elbette bir kitap olarak paylaşılacak. Birbirimizden gizlimiz saklımız hiç olmadı. Okurlarımızdan da olmamalı. Başka soracağın bir şey var mı? Yok diyorsun. Öyleyse şimdi söyleşimizi burada kesip Sennur’la yaptığım sayısız konuşmalardan bir küçük parçayı değerli okurlarımızla paylaşmak isterim:
HER YERDESİN
Biliyor musun, gençler peşini bırakmıyor. Bartın’da çıkan Edebiyat Nöbeti dergisi, yalnız kadın şairlerin yazdığı bir dosya yayınladı senin için. Amaçları sesini bir daha duymak, duyurmak olmalı. Yazılarından birinde dendiği gibi, o “davudi sesi”ni.
Öteki dergi, adı: Parende, Gaziosmanpaşalı gençler tarafından çıkartılıyor. Adının ne anlama geldiğini bilmiyorum, sen olsan sorardın hemen, ben sormadım/ soramadım. Beni bilirsin. Yalnız derginin adı, bir dizeyle parıldıyor: “Ve ne yeşerdiyse avuçlarımızda karanlığınız yuttu” diyerek. Tırnak içinde büyük harflerle “Direnç” diye noktalanarak. Sanırım her sayı hangi şaire yönelmişlerse derginin adı onun dizeleriyle parıldıyor. Öyle bir şey işte.
Seni, bu dergide ben, Eray Canberk, Cengiz Gündoğdu, C. Hakkı Zariç, Tahir Şilkan anlatıyoruz. Benimki seninle konuşmalarımızdan.
Cengiz Gündoğdu yazısında, “Ekmeğin şairi” diyor senin için. Şöyle söylemiş: “Ben Sennur Sezer’e suyun tarihini yazan demiştim. Bu çalışmamda şunu gördüm. Sennur Sezer, ekmeğin de tarihini yazmış… Bunu dar bir uzamda yazamamış… Evlerde, hanlarda, sokaklarda, ekmek-insan-emek ilişkisinin diyalektiğinde...”
Görüyorsun işte. Gençler gibi biz de hepimiz, her zaman, her yerde seninleyiz. Birlikte...
Torik Akını / Adnan Özyalçıner / Manos Kitap / 128 s.