‘Adım Amorti de olabilirdi’
Filiz Özdem’in ‘Bana Adını Söyle’ kitabında yazarlar ve şairler adlarının öyküsünü anlatıyor.
Mehmet Keskin/Cumhuriyet“Tren kalkmak üzeredir, istasyonun o uğultusu içinde biri yana yakıla ‘Aliii, Alii’ diye bağırmaktadır. Kompartımanlardan birinin camı iner ve adam dışarıya kafasını uzatır uzatmaz da yediği yumruğun etkisiyle koltuğa yığılır, karşısındaki yaşlı adam gözlüğünün altından ‘Ne oldu Ali Bey oğlum, niye vurdular sana’ diye sorunca adam afallamış halde, ‘Ne bileyim bey amca, benim adım Ali de değil üstelik!’ der...”
Betül Dünder’in aktardığı bu fıkra, Filiz Özdem’in hazırladığı ve Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Bana Adını Söyle” kitabından.
Kitapta Uğur Yücel’den Doğan Yarıcı’ya, Mahir Öztaş’tan Nursel Duruel’e, Haydar Ergülen’den Yiğit Bener’e kadar 24 yazar ve şair kendilerinin seçmedikleri adlarıyla ilişkilerini, adlarının hayatlarını nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. Bazı yazarlar devrimci geçmişlerinde kod adlara mesafeli duruşunu ele alıyor, bazıları devletin veya çevrenin adlar üzerindeki kısıtlamalarını sorguluyor; adlarından memnun olmayanlar da yok değil.
‘Kumru sesi gibi...’
Adının “Amorti” de olabileceğini değerlendiren Uğur Yücel, çocukluğundan bu yana isminin keyfini sürenlerden. Büyüdüğü mahallede tek “Uğur” olan Yücel, o günlerini keyifle yâd ediyor. “Çocukken mahallede benden başka Uğur yoktu. O nedenle Kuzguncuk gibi bir yerde neredeyse lakapsız yegâne adam ben oldum. Hangi Uğur yok! Bir tane. Anneler çocuklarını akşam indiğinde haykırarak çağırırlardı. Mesela ‘Hüsametttiiiiin!’ İnletir mahalleyi. Benim annem, “Uuuğuuuur!” diye bağırdığında kumru sesi gibi gelirdi. Bir de usulcacık bağırırdı yavrum. İsimlerin insanın kendi üzerinde bir efekt yarattığını bilirim. Demircan, Bünyamin, Haşmet. Koysanıza gürültülü bol heceli isimler. Uğur! Ne oldu şimdi? İki hecelik yalnızlık.”
Welat yerine Vedat!
Ebeveynlerin çocuğa isim vermesiyle işin bitmediği ise bir başka yazıda ele alınıyor. Doğan Yarıcı sözü, kadim otorite devletin de kabul etmesi gerektiğine getiriyor. “Adındaki harfler yasak olanlar, Welat yerine kütüğe Vedat diye geçirilen, Kürt olup da soyadı Türk olan, Safaryan olup da zorla Sarafoğlu’na çevrilenler. Adını söyleyememiş, söyleyemeyen insanlar. Çok acayip geliyor. Bir anda ‘adın çıkıyor’, beş harf yan yana dizilip yaşamaya yeni başlamışken seni mimliyor, koskoca seni anlatıyor.”
Sevgi taşıyan sesler
Mehmet Zaman Saçlıoğlu, kulağımıza fısıldanan, bize yöneltilen seslerin nasıl zamanla bizi temsil etmeye başladığını ama bu kabullenişle birlikte yitirdiklerimize getiriyor sözü: “Belki önceleri, ancak karanlığı aydınlıktan ayırt ettiğimiz gibi, bizimle ilgilenen, sevgi taşıyan sesleri yabancı seslerden ayırt ediyoruz. Bize müzik gibi geliyor belki de bu sesler. Yalnızca bizim için bestelenmiş müzikler. Çok sonra anlam kazanmaya başlıyorlar. Sesler sözcük oluyor. Bu kez onları anlıyoruz ama artık müziklerini duyamıyoruz. Sözcüklerin anlamları, seslerin önüne geçiyor.”
İnsan ölür, ad kalır
İnsan ne zaman ölür sorusuna Sartre’ın “Bir insan, onu tanıyan son insan öldüğü zaman ölür” sözüyle cevap veren Nursel Duruer insanın gerçekte ne zaman öleceğiyle ilgili “Ad, zamana karşı insanın fiziksel varlığından daha dayanıklı. İnsan ölür, ad kalır. Bu kural ünlü ünsüz herkes için geçerli. Fark, unutuluş sürecinde. Savaşlar, kaydı tutulmamış toplu kıyımlar, doğal felaketler hariç, her insanın adı ölümünden sonra bir süre daha yaşar. En azından üç beş yıl, el kadar bebekken ölmüş olsa bile” değerlendirmesini yapıyor.