'Adım adım sinsi devrim'
'Türkiye Kime Kalacak' kitabında AKP'nin vizyonunun sonuna gelindiğini anlatan Ulagay, tekseslilikten endişeli...
cumhuriyet.com.trEkonomi-politika yazarı Osman Ulagay’ın son kitabı “Türkiye Kime Kalacak?” büyük ilgi uyandırdı. Kitabın kapağındaki “Başbakan’ın yazdırdığı kitap” sözü, Ulagay’ın Türkiye’nin kutuplaşmasına yönelik endişelerine işaret ediyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Büyük Türkiye” hayalinden, muhalefetin güçlü bir öyküsünün olmamasına kadar her tarafı eleştiren Ulagay ile son kitabı üzerine söyleştik.
- Kitabınızda AKP’nin vizyonunun sonuna gelindiğini, bundan sonra farklı bir vizyon bulunması gerektiğini savunuyorsunuz.
Bundan sonraki süreçte otoriterleşme ve Türkiye’yi teksesli ülke haline getirme eğilimini çok tehlikeli görüyorum. Başbakan’ın dışlayıcı söylemi de tüm hızıyla devam ediyor. Bütün bunlar Türkiye’de gerilimi ciddi bir biçimde turmandıracak. Ama kıpırdayan bir hoşnutsuzluk var. Bazen bu tip şeyler Arap Baharı’nda olduğu gibi umulmadık bir olayla patlayabilir.
- Askeri vesayet döneminin bitmesinin ardından yeni bir vesayet döneminin geldiği yönünde endişelerinizden söz ediyorsunuz kitapta.
Evet böyle endişelerim var. Toplumu teksesli hale getirme çabası ve farklı seslere tahammülsüzlük var. Başbakan muhalefet partilerini yeteneksiz, beceriksiz, Türkiye’yi ve dünyayı anlamayan kişiler olarak göstermeye çalışıyor ve onları dışlıyor. Öyle ki “Siz artık onları dikkate almayın, Türkiye’de tek güç var o da biziz” deniyor. Bu anlayış aslında bir vesayet anlayışı. Türkiye’yi nereye götürdüklerini bildiklerini ve doğru yolun kendilerinde olduğunu savunarak adım adım büyük patırtıya yol açmadan ilerliyorlar. O yüzden ben buna sinsi devrim diyorum. Bu fevkalade tehlikeli bir anlayış ve sonunda mutlaka tepki yaratacağını düşünüyorum.
- Sizce Erdoğan başta takıyye mi yapıyordu yoksa bu otoriter eğilim zaman içinde mi ortaya çıktı?
Bu süreçleri çok mekanik görmemek lazım, kendi içinde bir dinamiği var. 2007 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan ve AKP’ye karşı onların iktidarını kesintiye uğratmayı amaçlayan bir hareket dizisi olmasaydı gene bu yola gider miydi bilmiyorum. Ama baştaki 90 yıllık Cumhuriyet projesinden farklı bir proje ortaya çıkarma amacı, bir yerde onları gücü büyük ölçüde ellerinde toplamaya itecekti. Ama 2007’de karşı hareketle karşılaşınca bu aciliyet kazandı. Kapatma davasına karşı alınan önlemler geldi, referandum sonrasında yargı üzerindeki etkileri arttı ve malum davalar açılmaya başlandı. Eski rejimle çok daha büyük bir hesaplaşmaya gidildi. Tam bir güç konsolidasyonuna, yani artık her şeye hâkim olma noktasına gelindi. Bu noktaya gelme düşüncesi bence baştan beri vardı, bunun belki metodu tartışılabilir. Öte yandan Türkiye’nin yarısına yakın bir bölümü AKP’ye ciddi bir biçimde muhalif. Bu toplu siyasi bir güç olarak ifade edilmediği için gücünü yeterince göremiyoruz.
‘Muhalefetin öyküsü yok’
- Siz Erdoğan’ın siyasi başarısının ardında iyi bir öykü olmasını gösteriyorsunuz? Bu öykü nedir?
Erdoğan’ın hikâyesinin gücünün birkaç nedeni var. Bir tanesi Türkiye’de yaşayan toplumun özlemlerinin, geleceğe dönük beklentilerinin ne olduğu konusunda ciddi bir fikre sahip ve bunu önemseyerek yola çıkmış birisi. Asker, bürokrasi gibi yan güçlere dayanma şansı olmadığından onun bir yere varmak için toplumdan destek alması şarttı. Bunu ilk önce etkili hizmet götürerek belediyelerdeki icraatıyla kanıtladı. Partiyi kurarken de çok geniş kapsamlı anketler yaptırarak toplumun neyi önemsediğini dikkate alarak yola çıktı. Erdoğan hâlâ halkın nabzının tutmayı sürdürüyor. İkincisi dünyadaki tabloyu iyi okudu. Uluslararası piyasaların neye baktığını iyi hesaba kattı. Ekonomiyi ayakta tumanın ne kadar önemli olduğunu baştan beri anladı. Üçüncüsü de 2002’de AB ile bütünleşme hedefini telaffuz etti. Bu da Türk toplumunun talepleri arasındaydı. İlk iktidar döneminde de bu yönde adımlar atıldı. Toplumun bir kesiminin de dini duyarlılıklar meselesinde kendini daha rahat, daha özgür hissetmesini sağladı. Bütün bunlar iyi bir hikâye oluşturdu. Netice alınmaya başlandığı zaman da o hikâye güç kazandı. Uluslararası ortam da buna uygundu. Yükselen pazar ülkeleri ciddi bir biçimde yükselişe geçiyordu ve sermaye buralara akmaya başlamıştı. AKP tutarlı adımlar attı ve bu fırsatı iyi kullandı. Bir de elbette Erdoğan özel hikâyesi, vücut dili, konuşma tarzı ile bir kesimin rol modeli haline geldi. Onun kişiliğinin de bu hikâyede önemli bir payı var.
‘Bu kitabın ana sorusu’
- Peki, Erdoğan’ı desteklemeyenlerin bir öyküsü neden yok?
Kitabın ana sorusu bu aslında. Bu hikâyenin karşısında ona rakip olabilecek bir hikâye olsa Türkiye bugün farklı bir ülke olurdu. Bu kadar teksesli, tek söylemli bir ülke haline gelmemiş olurdu. Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki hikâye, yani Mustafa Kemal’in idealindeki hikâye çok müthiş bir hikâye. Ancak o hikâyeyi o günkü şartlardan alıp bugünün şartlarına getirdiğiniz zaman bugünün Türkiyesi’nde sadece geçmişteki bir başarı hikâyesi olarak anlatabilirsiniz. Oysa toplumun bugünkü özlemlerini, ihtiyaçlarını ve bugünkü iddialarına uyarlamak gerekiyordu. Cumhuriyeti kuran ve Cumhuriyet felsefesini benimseyen kuşakta “Türkiye için iyi olanı biz bildiğimiz için ülkeyi bizim yönetmemiz lazım” şeklinde seçkinci bir yaklaşım var. Oysa “Biz demek ki toplumun beklentilerine karşılık verecek bir şey bulamıyoruz ki halk bizi seçmiyor” denmeli. İşte bu ayrım çok önemli. 2011 seçiminde bile hâlâ “Cahil halk oy vermedi, o yüzden seçilemedik” dendi. Bu kesimin en büyük gafleti de bu.
- Siz, Batı 200 yıllık egemenliğini kaybederken Türkiye’nin Batılılarının da yükselen yeni güçler karşısında bocaladığını savunuyorsunuz.
Evet buna çok benziyor. Bocalarken de o olayın dinamiğini kavrayamıyorlar. Yani “Biz kendi etkimizi korumak için ne yapabiliriz” sorusuna yeterli bir yanıt bulamıyorlar. Tarihsel olarak bakarsak bu yeni yükselen güçlerin, toplumun alt sınıflarını oluşturan ve fazla dikkate alınmamış kesimlerin yükselme hırsı, dürtüsü ve iktidara tırmanma arzusu çok güçlü bir dinamik. Buna karşılık yıllardır iktidarda olmaya alışmış olanların kendi pozisyonlarını koruma dürtüsü ise çok statik, yaratıcı olmayan ve hep savunma refleksi içindeki bir yaklaşım. Bir de bu kesim çözümler üretmek yerine “Biz vazifemizi yaptık ama dış güçler izin vermedi” şeklinde savunmaya geçiyorlar. Bu bir avunma kültürü aslında.
- Peki, ciddi bir hareket ortaya çıkmazsa biz AKP ya da Gülen hareketi arasında seçim yapmak zorunda mı kalacağız?
7 Şubat’taki MİT soruşturması nedeniyle ortaya çıkan tabloda sanki bu görünüyor. Bugünkü iktidar blokunu oluşturan güçler karşılarındaki muhalefetin ülkenin geleceğinde çok etkili olamayacağını düşündükleri ve artık kontrolü tamamen ellerine aldıkları için bir noktada kendi aralarındaki bir hesaplaşmanın, güç paylaşmanın arayışı içine girmiş olabilirler.
- AKP’nin ayrıca ülkenin tüm potansiyelini kullanmamasını eleştiriyorsunuz.
Türkiye bugün birçok bakımdan 2000’li yıllarda öne çıkma potansiyeline sahip bir ülke, ancak bunu yapabilmek için ülkenizdeki bütün birikimi kullanmak zorundasınız. Oysa AKP bölücü ve dışlayıcı tavrı nedeniyle insan, sermaye ve kültür birikiminin önemli bir bölümünü dışlamış oluyor ki bu çok büyük bir dezavantaj. Bu böyle devam ederse belki bu yüzden sermayesini Türkiye’den çıkarmak isteyenler olacak, çok parlak gençler “Bu ülkede bir şey yapılmaz” deyip dışarı kaçacaklar.
‘Geçmiş bugünün önüne geçiyor’
- Kitabınızda söz ettiğiniz Erdoğan’ın Büyük Türkiye hayali nedir?
Erdoğan çok pragmatik biri. Bazı şeyleri deniyor, yapabilecek gibi görünüyorsa devam ediyor. Engellerin çok ciddi olduğunu görüyorsa geri çekiliyor, onu erteliyor ve belki başka bir dönemde yeniden gündeme getiriyor. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’nin tek hâkimi haline geldi. Medyayı ve kamuoyunu manipüle etme operasyonunu çok iyi yönetiyor. Dersim olayı, 12 Eylül, 28 Şubat gibi geçmişle ertelenmiş olan hesaplaşmaları adeta programlı şekilde gündeme sokarak, bunları her gün manşetlere taşıyarak gündemi başka yöne çevirme taktiğini uyguluyor. 12 Eylül, 28 Şubat’ı konuşmaktan ülkenin teksesliliği öne çıkamıyor. Bir de Erdoğan dünyanın eski dünya olmadığını, Batı’nın egemenliğini kaybettiğini görüyor. Ona göre körü körüne Batı’nın etkisinde kalmamalı ve temel dayanak İslami uygarlıktan alınmalı. Batı ile ilişkilerde ise Kürecik’teki NATO füze kalkanında olduğu gibi pragmatik bir tutum içine giriyor.
ÜTOPYANIN ADI: ‘BÜYÜK ÖDÜL TÜRKİYE’
- Kitabınızda bir de ütopya var. Neyin hayalini kurmalıyız?
Ben buna ‘Büyük Ödül Türkiye’ adını veriyorum. Biz güncel gelişmeleri tartışırken ülkenin sahip olduğu potansiyeli gözden kaçırıyoruz. Birikimi olan insanlara şu mesajı vermek istiyorum. Türkiye’yi farklı bir noktaya getirmek aslında çok büyük ütopik bir özlem olabilir. Bu insanlar Türkiye’ye odaklansalar ve nasıl daha büyük bir ülke haline getiririz diye düşünseler ve bugün internetin sağladığı iletişim olanaklarıyla fikirler oluştursalar, bir anda sihirli bir karışım oluşur mu diye düşünüyorum. Ama buradaki çıkış noktası, tepeden kurgulayıp topluma empoze etmemek ve toplumun dokusundan gelen bir şeyi yakalamak olmalı.
- Sizce Türkiye’nin Cumhuriyet projesi başarısızlıkla mı sonuçlandı?
Aslında Cumhuriyetin neden daha başarılı olmadığını sormak lazım. O da bizi aynı noktaya getiriyor; o projeyi sahiplenenlerin yeterince yenilikçi olmamaları ve iktidar rehavetine kapılmaları. Ama düşünürseniz, İslam dünyasında Türkiye’nin geldiği yere gelmiş başka bir ülke yok. Atatürk’e sahip çıkanlar bugün Türkiye’ye yeni bir ufuk açacak büyük bir projenin içine onu nasıl oturtacaklar? AKP ise İslam uygarlığını öne çıkararak Batı’nın üstünlüğünün tartışıldığı bir dönemde Batı’nın kültürü ve birikimini dikkate almıyor. Oysa Türkiye’nin kendi politikalarını ortaya koyarken bugünün dünyasında Batı’yı hâlâ ciddiye alması gerekiyor. AKP İslam uygarlığını esas alan büyük bir modelse Batı’yı da içeren evrensel kültür, birikim ve bilim, yeni bir projede dayanak ve ayrım noktalarından biri olabilir.