Adaleti sinemada tartışmak

“L’Hermine’, sevginin yaşamda ne denli önemli bir denge unsuru olduğundan tutun da, insanları yargılamanın zorluğuna ve adalet kavramının farklı boyutlarına dek birçok konuyu iç içe, sarmaş dolaş işliyor.

Mehmet Basutçu

Ciddi konuları kendini ciddiye almadan irdelemek, belki de en doğru yaklaşımdır. Çok boyutlu gerçekleri mizahi göndermelerle süslü hafif bir sinema diliyle işlemek, o karmaşık gerçekleri basite indirgemeden, bütünüyle daha iyi kavramamızı sağlayabilir.

İçtenci Fransız sinemasının özgün adlarından Christian Vincent (1955), Altın Aslan adayı “L’Hermine” ile, bu türün keyif verici soluğunun ne kadar doğurgan olabildiğini de gösteriyor. Fabrice Luchini’nin mükemmel yorumuyla daha da zengin bir kimliğe bürünen katı ve aksi Ağır Ceza Mahkemesi başkanı hâkimin iş ve özel yaşamına birkaç gün boyunca eşlik ediyoruz. Gülümseyerek, yer yer kahkahalar atarak, düşüncelere dalarak, heyecanlanarak izlediğimiz “L’Hermine’, sevginin yaşamda ne denli önemli bir denge unsuru olduğundan tutun da, insanları yargılamanın zorluğuna ve adalet kavramının farklı boyutlarına dek birçok konuyu iç içe, sarmaş dolaş işliyor...

Evet, yargılamak çok ciddi bir iştir. Adalet uzun bir süreç gerektirir. Kendi dar pencerelerimizin camını bile açmadan, olaylara şöyle bir göz atıp insanları hemen suçlamaya kalkmak, bir çırpıda yargılamak ve cezalandırmak dürtüsüyle hiç bağdaşmaz adalet. Filmin aksi yargıç karakterinin vurguladığı gibi, “adaletin temel hedefi mutlaka gerçekleri ortaya çıkarmak değil, kimsenin kanunların üzerinde olamayacağını göstermektir”... Halk jürileri uygulaması, bir yanıyla, bu basık ve dar pencereler gerisinde duranlara yargılama hakkı tanımanın getirdiği riskleri taşırken, bu görevi mecburen yüklenen o sıradan vatandaşların, bilinçli ve bağımsız yargıçların yol göstericiliğinde, belki de ilk kez başlarını küçük pencerelerinden dışarı uzatıp bakmalarına da olanak sağlamaktadır.

 

Hukuk devleti ve adalet...

Ne mutlu bu tür ince konuları sinemada tartışan ülkelerin insanlarına diye düşünüyorum. Yargının bağımsız olmadığı, hukuk devletinin yaşama geçirilemediği ülkelerin vatandaşları böyle bir lükse sahip değiller. Örneğin, Arjantin’de, 1980’lerde yaşanan uzun diktatörlük döneminde, iktidara yakın çevrelerce işlenen adam kaçırma ve cinayet gibi adi suçlara bile nasıl göz yumulduğunu anlatan Pablo Trapero, Altın Aslan adayı “El Clan” (Çete) ile, korkunç ve kirli bir gerçek olayı tarihi ayrıntılarıyla gözünü kırpmadan perdeye taşıyor...

“Ufuklar” bölümünde yarışan Danimarkalı genç yönetmen Tobias Lindholm Krigen de gözünü kırpmadan, daha sıcak gerçeklere çeviriyor kamerasını; savaş suçları konusuna eğiliyor. Afganistan’da görevli Danimarkalı bir asker, yaralı silah arkadaşını kurtarabilmek için, izlemesi gerekli yol ve yöntemleri devre dışı bırakarak hedef gösterdiği noktaya açılan ateş sonucu sivillerin de öldürülmesi nedeniyle hemen ülkesine geri çekilip, dört yıl hapis istemiyle yargılanır. Hem savaş gerçeğine hem de yargılama sürecine odaklanan yönetmen, “Savaş suçunun hafifletici nedenleri olabilir mi” sorusunu gündeme getiriyor. Her izleyici, vicdanını sorgulayıp verecektir bu zor sorunun zor yanıtını...