Acı bir kardeşlik buluşması

Marta Carlos’un babaannesi 1920’li yıllarda iki sandık ve iki çocukla İstanbul Bakırköy’e göç ediyor. Babası ve halası şu anda hayatta değil Carlos’un. Babaannesine ait iki sandıktan biri Carlos’un evinde duruyor. Sandığın üzerinde 1874 yazıyor.

Öznur Oğraş Çolak

Marta Carlos, babaannesi, Konyalı... Dedesi o dönem Pek demiryolu’nda İtalyanlarla çalışan bir mühendismiş... Konya’dan geçerken bir şekilde babaannesini görüyor ve âşık oluyor. Sonrası evlilik ve iki çocukları oluyor. Carlos’un babası ve halası... Yıl 1915 ve Carlos’un deyimiyle olmaması gereken hareketler başlıyor. Babaannesi 1920’li yıllarda iki sandık ve iki çocukla İstanbul Bakırköy’e göç ediyor. Babası ve halası şu anda hayatta değil Carlos’un. Babaannesine ait iki sandıktan biri Carlos’un evinde duruyor.Sandığın üzerinde 1874 yazıyor. Babaannesi hiçbir zaman Yunanistan’a gitmek istememiş hem çetelerden hem de gönderilmekten korkmuş ve İstanbul’a kaçmış. Carlos, “İki sandığı, babamı ve halamı alıyor ve yola çıkıyor. Dedem dönemiyor... Mübadele olacak ama dönmüyor.

Babaannem tek kelime Rumca bilmezdi. Ben önce Türçeyi konuştum. Benim zamanımda anadilinin okuluna gitmek gibi bir mecburiyet vardı. Zapyon’a gittim. Bir Rumca konuşuyordum felaket. Babaannem de okuma yazma yoktu ama çok bilge bir kadındı ve 105 yaşında öldü. İstanbul’a halamı ve babamı alıp geliyor. Rivayete göre bir sandıkta altınlar varmış. Bakırköy eski adıyla Makriköy’de ev tutuyorlar. Soyadı kanunu geliyor. Bursa’ya gitmiş bir ara ve çok beğenmiş ve kocasının soyadını inkâr edip Bursalidis soyadını alıyor. Bizim evde bir Atatürk büstü vardı. Bizim aile Atakürk’e hayrandı. Ben küçüktüm Atatürk’ün büstünü görünce korkar ağlardım. Halamın bir tane kırmızı ceketi vardı. O ceketini giydirirse büstün olduğu odada uyuyabiliyordum. Ben bu olayı hayal gibi hatırlıyorum ama halam ve babaannem hep anlatırdı. Bir de kapı çalar büstün kafasına bir örtü atar ve kapıyı öyle açardı babaannem. Günde beş vakit namaz kılar Türkçe sözlü Meryem Ana İsa Peygember ben de arkasında ona eşlik ederdim” diyor.

Carlos’un halası o zamanların meşhur ‘Terzi Afro”suymuş. Rum hastanesinde haftada bir gün gönüllü hemşirelik yapıyormuş. Halasının terzi dükkânında küçükken oynadığı oyunları ve bir gün babaannesinin ona bulunduğu nasihatı hiç unutmuyor Carlos, “Cumartesi günleri yarım gündü okul, halamın yanına giderdim. Tabii renli renkli çok güzel kumaşlar, aynanın karşısında oyun oynardım. Bir gün babaannem bana ‘çekil oradan her zaman başarının ve görüntünün iki adım arkasında duracaksın’ demişti, unutmuyorum” diyor. Carlos’un bir de unutamadığı 6-7 Eylül olayları var. Carlos, “O zaman Aydede Caddesi Talimhane’de oturuyorduk şimdi otel oldu Ariel Apartmanı vardı. O olaylarda biz Büyük adadaydık. Her sene çok tepede bir ev kiralardı babam. Annemin çok korkak bir yapısı vardı gök gürlese yatağın altına saklanırdı. Her sabah bisikletiyle ekmek ve gazete almaya giderdi. O sabahı hiç unutmuyorum olayları duymuş her yer karışık, eve geri geldiğinde olanları anlattı ve korkudan titriyordu. Annemin babası dedem hukukçuydu ve Kuruçeşme’de çok büyük bir arazisi vardı. Varlık Vergisi’nde onu aldılar. 6-7 Eylül olaylarında ben 10 yaşındaydım. Kıyamet kopuyor, mezarlıklar açılmış, ölüler çıkarılıyor. Büyükadada’daki kilise kalmadı. O ara dayımın yakın arkadaşı Arni sık sık Türkiye’ye geliyordu ve o olaylar da buradaydı. Film makinesi vardı ve bütün o Beyoğlu’nu, mezarlıkları filme çekti.

Bir gün dayımlardayız perde kuruldu orada seyrettim olanları o yüzden aklımdan hiç gitmiyor” diyor. Carlos, genç yaşında bir evlilik yapıyor sonra ikinci evlilik, Bir kızı ve torunları var. Hayatında çok hikayeler duyduğunu ve çok olaya şahit olduğunu söylüyor Carlos ve ekliyor. “Bir meme vakfının yemeği Selanik’te bir manastıda yapılıyor. O gün büyük bir davet yapıldı, dünyanın her yerinden doktor ve meme kanserinden kurtulmuş kişiler geldi. Gittik davete. Baş rahibe, bütün gün oturur onun bir altı muhavini her şeyi organize eder. Yemekte bir kıyamet kopuyor anlamadık ne oluyor. İngiltere Vakfı’ndan gelen kadın baş rahibe ile kardeşmiş. Buradan giderken onu bırakmışlar. Birbirlerini görünce anlıyorlar ve öğreniyorlar. Yaşadıkça bunlarla karışılaşıyorsunuz” diyor.

Hrant Dink’ten bir Ermeni öyküsü ...

Carlos’un bir de artık aramızda olmayan Hrant Dink’ten dinlediği bir hikâye var. Bu hikâye sadece mübadillerin değil, Rum, Ermeni, Çerkes gibi bir çok toplumun başına gelen hüzünlü bir ayrılık yada buluşma hikâyesi... İnsanların birbirinden nasıl koptuğunu ve nasıl kimliklerini kaybettiklerini de gösteriyor bizlere. Carlos, “Çok iyi arkadaşımdı Hrant ve onunla telefonla son konuşan ben oldum malesef. Hrant yetimhanedeyken Ermeni Kilisesi’nin baş papazı diyor ki. ‘Amerikan’dan bir papaz geliyor kökenleri sizin köyden Malatya’dan onu alacaksın sizin köye götüreceksin.’ Papaz vaktiyle Amerika’ya gitmiş... Gidiyorlar beraber Malatya’ya. Geziyorlar ve geri dönecekler İstanbul’a. Tam otobüs durağında beklerken köyün imamı gelmiş yanlarına. ‘Dünyada bırakmam sizi’ demiş. ‘Amerika’dan gelmişsiniz. Köyümüze şeref verdiniz. Muhakkak bu gece ben sizi misafir edeceğim’ demiş. Gitmişler mütevazi küçük bir ev ocak yanıyormuş, imamın karısı yemekler hazırlamış. Sonra Papaz ile aynı odada misafir etmişler Hrant’ı. Gecenin bir saatinde uyanmış bir bakmış ki Papaz yanında yok. Aklı gitmiş şöyle bir etrafına bakmış. Ocağın yandığı odadan sesler duymuş, odaya doğru yönelmiş, biraz dinledikten sonra gözyaşları içinde içeri girmiş. Bakmış ki Papaz ile Hoca ocağın önünde ağlayarak oturuyorlarmış. Çünkü onlar Kardeşmişler”... Bu gerçek hikayeler gibi çok öykü var Carlos’un şahit olduğu ve duyduğu... Carlos’un dediği gibi “malesef çok acı ama gerçekler”...

 

İnsanlar gider kültürler kalır

Aydoğan Hepdemirgil, mübadil bir ailenin çocuğu... Anne ve baba tarafı 1920’li yıllarda Selanik’ten gelmişler, onlar ve çok sayıda akrabaları toplu olarak İzmir’in Buca ilçesine yerleştirilmişler. Anneannesi Nebile’nin nüfus kaydında 1914-Selanik, babasının babası Mustafa’nın 1909-Yaylacık (Selanik yakınlarında bir köy) doğumlu olduğu yazıyormuş. Buca’da yerleştirildikleri mahalleye, Selanik’te yaşadıkları köyün adını vermişler “Yaylacık”. Yaylacık Mahallesi’nde yaklaşık 100 yıldır, Selanik’in çeşitli köylerinden mübadele sonucu gelenler yaşıyor. Bu nedenle, birbirlerinden kopmamışlar ve geleneklerini yaşatıyorlar. Selanik’te hayvancılık ve tarım ile uğraşan Yaylacıklılar, Türkiye’ye gelince de aynı işe devam etmişler.

Hepdemirgil, “Yaylacık’taki kasaplar İzmir’de meşhurdur, hatta mahallenin hemen aşağısındaki meydanın adı , çevresindeki kasapların çokluğu nedeni ile ‘Kasaplar Meydanı’ dır. Mahallenin gençleri de ‘kuş uçurma’ ya meraklıdır. Gençler, son zamana kadar evlerin çatılarında cins güvercinler besler ve güvercinleri uçururlar. 2005 yılında, Yaylacık Mahallesi’nde yaşayan Selanik mübadilleri olarak, kültürümüzü yaşatmak ve dayanışma içinde olmak amacı ile ‘Selanik Türkleri ve Buca Yaylacıklılar Kültür ve Dayanışma Derneği’ adında bir dernek kurduk, derneğimiz halen faaliyette, 600 kadar üyesi var” diyor. 2010 yılında, büyük özlem duydukları ve merak edilen atalarının Selanik’te yaşadıkları yerleri görmek üzere, dernekleri Selanik’e bir gezi düzenlemiş. Hepdemiroğlu, “Gezimizi bir otobüs ile yaptık, mahallemizde yaşayanların atalarının Selanik’te yaşadıkları köylerin tümünü ziyaret ettik; Yaylacık, Kayalar, Drama, Karaferye, Kara Ömerli, Kozana. Tabii öncelikle, hemşehrisi olmaktan gurur duduğumuz Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’teki evini ziyaret ettik” diyor. Selanik merkezden, yarım saat uzaklıktaki Yaylacık köyünün adı “Neo Kalkedonya” yani “Yeni Kadıköy”imiş; mübadelede İstanbul Kadıköy’den gelen Rumlar buraya yerleştirilmişler, bu sebeple bu isim konulmuş. Hepdemirgil, “Köye giriş yaptığımızda gördüklerimiz, bizi hem şaşırttı hem de duygulandırdı. Yaylacık’a girer girmez yolun iki tarafında sıraya kasap dükkânları vardı. Hemen otobüsü durdurduk, kasap dükkânlarından birine girdik .Meğer burada da hayvancılık yapılıyormuş ve kasaplar meşhurmuş, Selanik’ten et almaya geliyorlarmış. Selanik’teki Yaylacık’ın meydanına ilerlediğimiz de, cins güvercinlerin satıldığını gördük. Orada da gürvercin besleme merakı varmış. Anladık ki, insanlar gitmiş ama kültürler yaşamaya devam etmiş” diyor.

Neo Kalkedon’ya da oturdukları bir kafede yanlarına hâlâ Türkçe konuşan, Türkiye’de bıraktıkları evlerine, komşularına özlem duyan epeyce yaşlı Rum gelmiş. Sarılıp, kucaklaşmışlar... “Gözler doldu” diyor Hepdemirgil ve ekliyor, “Bizi Türklerden kalan minaresi yıkılmış bir cami kalıntısına götürdüler, herkes oradan toprak aldı, Türkiyedeki atalarımızın mezarlarına serpmek için... Onları da Türkiye’ye, Buca’ya davet ettik” diyor. Kültürlerin insanları görünmez bağlarla bağladığını söyleyen Hepdemirgil, “Bu bağların kolay kolay kopmayacağını da yaşayarak gördük” diyor.

 

Karaferya ve Selanik...

Aylin Kumbaracıoğlu İzmir Devlet Tiyatrosu’nun usta oyuncularından... Kumbaracıoğlu ile Nurdan Tümbek Tekeoğlu’nun “İki Yaka Yarım Aşk” adlı kısa filminin çekimlerinde İzmir’in Ambarseki köyünde tanışmıştık. Üçüncü kuşak mübadil olan oyuncu ile şimdi ailesinin hikâyesini dinlemek için buluştuk. Kumbaracıoğlu, “Anneannem Selanik doğumlu, mübadele zamanı İzmir’e gelmişler. Çocukluğumuz, anneannem Refika Hanım’dan Selanik türküleri dinleyerek geçti” diyor. Sabah erkenden uyanan Refika Hanım, bir yandan cezvesini mangala sürer, bir yandan da Selanik türküleri söylermiş. Gözleri dolu dolu kahvesini yudumlarken derin bir ‘ahh’ çekermiş. Kumbaracıoğlu, “Dedem Mustafa Şemi, o da Karaferya’dan Çeşme’ye gelmiş bir mübadil. Yıllar sonra Çeşme’deki akrabalarımızı bulunca nasıl kucaklaştık ve kurulan sıcak samimi aile bağlarımız oldu.

Daha kavuşamadığımız, sarılamadığımız akrabalarımız suyun öteki yakasında kaldı belki de, kim bilir” diyor. Yurtsuz olmak, vatansız olmak düşüncesi bile korkunç diyen oyuncu, “Dedem rahmetli ketummuş anlatmazmış; mübadelede Çeşme’ye yerleştiğini biliyoruz daha sonra Salihli’ye geçiyor, kendi gibi mübadil olan anneannemle evleniyor. Daha sonraki yıllarda anneannemi kaybettikten sonra büyük teyzem dedemin geçmişini araştırmaya başladı ve Çeşme’de diğer akrabalarımızı bulduk. Karaferya’dan gelmişler. Remziye Teyze, ben Türkiye’ye gelirken gemide doğmuşum diye anlatırdı, çoğunu yitirdik ve nice anı, nice iki yaka yarım yaşanmışlıklar da onlarla gitti” diyor.

Yazı dizisinin birinci bölümü: ‘Sözde kolaydı ama hiç kolay olmadı'

Yazı dizisinin ikinci bölümü: ‘Yunanlıyım ama biraz da ‘Türk’üm’

Yazı dizisinin üçüncü bölümü: Karadeniz, hasret ve özlem...