ABD'nin Ortadoğu'da istemediği durum...
Aktütün saldırısının, terör olayı olmasının ötesinde, ülkemiz ve ulusal bütünlüğümüze yönelik risk ve gelişmeleri tetikleyebilecek yönleri ile bölgemizdeki güvenlik ortamının büyük resmi içinde değerlendirilmesinde fayda bulunmaktadır.
cumhuriyet.com.trBu resmin ilk göze çarpan öğesi PKK terör örgütü ile kimlik bulan etnik bölücü harekettir. Etnik bölücü hareket, 1999'dan bu yana siyasallaşma sürecini hızlandırırken, aynı zamanda terör örgütü silahlı unsurlarını da, ülke çapında siyasi ve yasal faaliyetlerde baskı unsuru olarak korumuştur. En küçük hak aramadan, silahlı direnişe kadar pek çok geniş eylem biçimlerini uygulamaktadır.
Aktütün’ün kritik yönü; saldırının komşu bir ülkenin topraklarında hazırlanması, kalabalık bir grup tarafından anılan ülkenin toprakları kullanılarak ağır silahlarla sınırdan geçerek gerçekleştirilmesidir.
Bu olay BM sözleşmesi 51. maddesi “Meşru Müdafaa” (Self Defence) kapsamında tedbirlerin alınmasını zorunlu kılacak önemdedir.
Bütün bunlardan sonra sınırlarımız dışından terörü destekleyen, etnik bölücü hareketi canlı tutan ve umutlandıran, örgüte yataklık eden Barzani yerel yönetimini, Irak’ı ve Irak’taki İşgal gücü ABD’yi masun tutmak her halde gerçekçi bir tavır olmayacaktır.
ABD başrol oyuncu
Fiili komşumuz ABD; bölgemizde güvenlik politikalarının oluşumunda başoyuncu olarak, ağırlık merkezini teşkil etmektedir.
ABD bölgedeki temel çıkarları ile küresel terörizm ve kitle imha silahlarının yaygınlaşması gibi güvenlik kaygılarını özellikle İslam ülkelerindeki yetersiz ve demokratik olmayan yönetimler ve geri kalmışlık düzeyi ile ilişkilendirerek; kendisine küresel güvenlik görevleri yaratmıştır. En basit ifade ile ABD’nin bölgedeki stratejik hedefi; enerji kaynaklarının kontrolü ve pazarlara ulaşım güzergâhlarının güvenliğinin tesisidir.
Ayrıca ABD’nin küresel çıkarlarına hizmet eden güvenlik kavramları ve politikalarının başta NATO olmak üzere, uluslararası teşkilatların stratejilerinde de yer almasını sağlamıştır. Bunun neticesinde Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya kadar olan bölgenin, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Jeo-Stratejik bakımdan tek ve bütünlüğü olan bir bölge olarak algılanmasını sağlamıştır.
Bu proje ABD'nin sürdürülebilir üstünlüğüne ve hedef bölgede sürekli kriz ortamı yaratılmasına dayanmaktadır. Çünkü bölgedeki kriz ortamı son yıllarda uluslararası ilişkilerde ortaya çıkartılan sanal algılamalar ve kavramlar çerçevesinde ABD’nin bölgedeki varlığının sorgulanması yerine, meşrulaştırmaktadır.
ABD bu stratejinin gereği olarak; öncelikle Irak rejimini devirmiştir. Lübnan, İsrail ve ardından BM marifetiyle kontrol altına alınmıştır. İran ve Suriye'deki mevcut rejimi devirme veya kontrol etme çabalarına devam etmektedir.
Ancak; Rusya ile ABD ve NATO arasında ortaya çıkan Doğu Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya odaklı çıkar çatışmalarının tırmanışına bağlı olarak İran konusu şimdilik ötelenmiş ve ABD İran’a karşı kötü polis rolünü İsrail’e terk ederek, makul polis rolüne soyunmuş görünmektedir.
Türkiye aracılığı ile sürdürülmeye çalışılan İsrail-Suriye barış görüşmelerinde ise, Suriye artık en azından masada iletişim kurulabilir bir devlet konumuna getirilmiştir.
Bu ilişkiler yumağında Türkiye’nin, ABD tarafından bölge dengeleri içinde nerede ve nasıl görüldüğü iyi analiz edilmelidir. ABD bakımından Türkiye; stratejik çıkarları aynı paralelde olduğu sürece vazgeçilmez bir müttefik olarak görülmekle beraber, iki ülke arasında yürürlükteki stratejik ortaklık belgesine rağmen; 2002 yılından bu yana ilişkilerin mahiyetinde olumsuz yönde gelişmeler olduğu aşikârdır.
Diğer taraftan Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında bölge ülkelerine demokratik ve özgür toplum modeli sunan ABD'nin stratejileri için; Laik ve Demokratik, Sosyal Hukuk devleti Türkiye pek makbul görülmemektedir.
Sözde stratejik ortağı Türkiye için her fırsatta gündemde tuttuğu Ilımlı İslam modeli, bölge ülkelerine demokratik ve özgür toplum modelini getireceğini iddia eden ABD'nin bölge stratejileri bakımından çelişki teşkil etmektedir. Aslında bu durum sadece tek konu ile sınırlı değildir.
ABD heveslendirmesi
Aralık 1989’de Panama’ya yasa uluslararası yasalara uymadan harekât yapmaktan çekinmeyen, Irak'ta “Premptive Strike- Önleyici Saldırı” diye kendince tanımladığı ve uluslararası hukukta dahi yeri olmayan bir gerekçe ile Irak’ı işgal eden ABD; Türkiye'nin uluslararası hukuktan kaynaklanan “Meşru Müdafaa” hakkını 2002’den beri fiilen rehin almış görünmektedir.
Her ne kadar Başbakan Erdoğan, Bush ile 05 Kasım 2007’de yaptığı kritik görüşmesi sonrasında, sınır ötesi harekât için yeşil ışık yakılmış olsa da; ABD, Türkiye’nin milli menfaatleri paralelinde operasyon yapmasına ve sonuçlarından yararlanmasına izin vermemiştir.
Hatırlarsak TSK harp tarihine geçecek seviyede başarılı bir kış harekâtı yapmıştır. Ancak bu harekât sürerken Robert Gates’in, diplomatik teamüllerin aksine daha Türkiye’ye gelmeden Hindistan’dan Türkiye’nin çekilmesine yönelik açıklamaları ve Bush’un ısrarı nedeniyle; başarılı harekâttan beklenen caydırıcılık sağlanamamıştır.
Aslında bu gelişmeler ABD’nin Etki Odaklı Harekât Konsepti (Efect Based Operations-EBO) kapsamında uygulamakta olduğu politikaların bir gereğidir. Bosna, Afganistan ve Irak’a yönelik harekât hep aynı kavram çerçevesinde gerçekleştirilmiş ve alınan derslerle düzenlenerek yürütülmektedir.
EBO kapsamındaki hedef ülkeler ve yönetimler büyük gücün Stratejik hedeflerini hayata geçirecek veya kolaylaştıracak şekilde karar almaya ve uygulamaya heveslendirirler. Etki Odaklı Harekâtta, büyük stratejinin hedefleri olan bölgesel oyunculara karşı kamuoyu diplomasisi uygulanır, her türlü iletişim ve bilgi araçları ile yönlendirilir. (Birinci Körfez Harekâtında ABD yönetimi için, Saddam’ın Kuveyt’i işgali ile sonuçlanan gelişmelerin pek de Sürpriz olmadığı Secret Dossiere’de(1) çok güzel anlatılmıştır.)
Hatırlayalım Bush’un PKK terör örgütünü “Düşman” olarak ilan edişi ile topluma pompalanan umutları ve beklentileri... Ardından bir yıl içinde verdiğimiz şehitlerin acısını kalbimizde hissederken, geçen bir yılı terörle mücadelede ulaştığımız nokta bakımından irdelersek; acaba “anlık istihbarat” kime yaramıştır?
Bu yönü ile ABD'nin TSK'nin bölgedeki eşsiz gücü ve tecrübelerini kendi stratejik hedeflerine yönelik EBO kavramı içinde kullandığını da iddia etmek; komplo teorisi olmaz sanırım.
Çünkü ABD Başkanı Bush, önümüzdeki seçimlere kadar en azından ABD kamuoyunu tatmin edecek miktarda kuvveti Irak’tan çekmek istemiştir. 2007 ocak ayında yürürlüğe giren Irak Takviye Planında Irak kuzeyinin güvenliği için kuvvet ayrılmamıştır. O halde bu bölgede istikrasızlık kaynağı olabilecek PKK’ya tedbir nasıl alınacaktı. Bu tedbirlerin Barzani’den beklenmesi herhalde safdillik olurdu.
O halde PKK’nın bölgede sindirilerek; gerektiğinde İran’a yönelik ABD kuvvetleri için güvenli harekât alanlarının da genişletilmesi veya en azından Irak’ın kuzeyindeki güvenliğe risk olabilecek olası bir gücün serpilmeden etkisiz kılınması nasıl sağlanacaktı. Bunu başarabilmek için kendisi de kuvvet ayıramayacağına ya da Peşmergeleri ikna edemeyeceğine göre; Türkiye’ye sınır ötesi harekât için yeşil ışık yakmak her halde en kolay ve ABD açıcısından en ekonomik yol olmuştur.
Ancak burada beklentilerin üzerinde başarılı olan kış harekâtı Dünya kamuoyunun dikkatlerini çekmiştir. Eğer ABD; TSK’nin başarılı harekâtı karşısında sesiz kalmış olsaydı, tabii ki Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak bir adım daha öne çıkması, ağırlığı ve caydırıcılığını ilgili ülkelere ve özellikle Barzani yönetimine kabul ettirmesi mümkün olabilirdi.
O takdirde ise, ABD kendi kalesine gol atmış olurdu. Bunun için de en basit ve kestirme yol ABD yönetimi tarafından seçilmiştir.
Gates diplomatik teamüllerin dışında Türkiye’yi hedef almış ve tabii ki diğer bölgesel aktörleri de kendi öngörüleri ve beklentileri paralelinde politikalara soyundurmuştur. Bir taraftan da “Stratejik Ortağı”na karşı Barzani’nin beklentilerini gözeterek bölgesel dengeleri(!) korumuştur.
Stratejik görevli
İşte bu noktada ABD’nin Türkiye’yi bölgesel “Stratejik Ortak” yerine “Stratejik Görevli” olarak gördüğünü iddia etmek yanlış olmasa gerek.
Sözün kısası ABD'nin bölgesel stratejik hedefleri ile Türkiye'nin milli menfaatlerinin görülebilir yakın gelecekte örtüşmesinin hatta belli ortak konularda buluşmasının güç olduğu gün ve gün açığa çıkmaktadır.
Aksi takdirde korkarız ki “etki odaklı politik uygulamaların/harekâtın” içinde bize biçilmiş görevleri, küresel güç ve çıkar odakları adına yapmaktan öte hiçbir bir maksada hizmet etmediğimizi, küresel güvenlik sahnesinde alkışların ardından perde kapandığında, tarih önünde çok acı bir şekilde anlarız.
Bu nedenle; alınacak tedbirlerde ilk adım sadece “sınır ötesi nokta hedeflerine” yönelik harekât değildir. Çünkü nokta hedeflerine yönelik harekâtın başarısı da; “Meşru Müdafaa” kapsamında Irak Devleti ile Barzani yerel yönetiminin güvenliğini tehdit edebilecek ve caydıracak, iyi komşuluk ilişkileri içinde bir arada yaşamaya zorlayacak, bölgedeki strateji ve irademizi kabul ettirecek askeri, politik hatta ekonomik hedeflere karşı milli gücün gerekirse, ABD’ye rağmen kullanılmasından geçmektedir.
Ancak asıl sorun yine de yurtiçindedir. Sınır ötesi tedbirler ancak asıl sorunun çözümünü kolaylaştırabilir, hızlandırabilir.
Bölgedeki feodal yapı çözümün önünde en büyük engeldir. Çünkü bölgedeki vatandaşla doğrudan temas kurulması ve Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olmanın nimetlerinin bireye ulaştırılması bu güne kadar mümkün olamamıştır.
Bu nedenle bölgeye yönelik her türlü tedbirin ana hedefi kendini dışlanmış hisseden ve kimliğini önce ya dini, ya aşireti ile ya da etnik olarak tanımlayan vatandaşlarımıza önce Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olmanın değerini bireysel olarak ulaştıracak ve yaşatacak tedbirler geliştirilmelidir. Ülkemizde bunu üretebilecek ve başarabilecek entelektüel birikim, uzmanlık ve tecrübe vardır. Yeter ki “Biz” olalım.
Dipnotlar:
1- Pierre Salinger, Eric Laurent Secret Dossıer: The hidden Agenda Behind The Gulf War (1991)
Ali Er