87. Yıldönümünde Lozan

Lozan Antlaşması; Atatürkçü düşüncenin, tam bağımsızlık, ulusu ve ülkesi ile bölünmez bütünlüğü, laik, çağdaş toplum düzeni ve bunun sonucu ulus egemenliğine dayalı demokratik hukuk devleti ilkelerinin hayata geçirilmesinin yolunu açmıştır.

Tarihimizin güzel olaylarını yıldönümlerinde kutlamak, ulusun moral gücü için kuşkusuz iyi bir alışkanlığımızdır. Ancak yakın geçmişte yaşadıklarımızla yıllık anmaların sanıldığı kadar işlevsel olmadığına, tarihimizin kıvanç dolu sayfalarını ne çabuk göz ardı edebildiğimize, o sayfaları yazanların anılarını nasıl sarsabildiğimize birçok kez tanık olduk. Yaşanmış birçok çarpıcı olay gibi artık Lozan da sözde demokrasi, sözde özgürlük adına, sözde aydınlarca kıyasıya eleştirilmekte, hatta yerilmekte. Bu da Lozan’a nedenleri ve sonuçlarıyla daha yakından bakmamızı, daha özenle incelememizi gerektiriyor. Ne var ki, Kurtuluş Savaşı’nın siyasal zaferi, okullarda çoğu kez sadece “Türk mucizesi”, “altın harflerle yazılı bir olay” gibi sözlerle ezberletilip geçiliyor. Oysa tarihin bütün olayları gibi, Lozan’ın da düşünsel yönünün vurgulanması gerekir: Birinci Dünya Savaşı’nda ve bitiminde savaşan ülkelere göre Türkiye’nin koşulları neydi? Türk ulusu neden zayıf kalmıştı, neden yenildi? Güçsüz ulusların kaçınılmaz yazgısı olan emperyalist ülkelere tutsaklıktan nasıl kurtuldu? Yetişenlere bunlar öğretilmeli. Türkiye’yi Lozan’da başarıya ulaştıranın, özgürlük ve bağımsızlık özlemi kadar, onaylanmasını hedeflediği Misakımilli’nin, insan haklarına dayandırılarak, ulusun hakkından öteye uzanmayarak, bilimle desteklenerek hazırlandığı anlatılmalı ki ona sahip çıkılsın.

Bağımsızlık ve egemenlik tartışmaları

Türkiye için bir kıvanç anıtı olan Lozan Konferansı ve barışı ile ilgili olarak söylenecek çok şey var. Ne var ki, artık dilimizden düşmeyen bir söylem de 21. yüzyıl Türkiyesi’nde hele özgüven açısından o günlerin çok gerisinde olduğumuzdur. Gerçekten de bugün ülkemizden söz ederken içimizde o günlerin öğüncünü taşıyabiliyor muyuz? Yoksa konferans masasında hakkımızı savunduğumuz büyük devletlerin karşısına yeniden ulusal bütünlük, bağımsızlık ve egemenlik tartışmaları içinde mi çıkmaktayız?

Lozan Konferansı’ndaki Batılı temsilciler Türkiye’ye sade emperyalist gözlerle bakmakla kalmamışlardı. Türkiye’yi hor görerek, Batı kültür ve düşüncesinden, çağdaş uygarlıktan çok uzak olduğunu, aralarına yakışmadığını da düşünüyorlardı. İşte Türklerin bu düşüncelerin tersini kanıtlamalarına olanak sağlayan Lozan barışı, sadece bir siyasal antlaşma olmamıştır. Türk ulusunun karşı karşıya olduğu devletlerle yüz yıllar boyu sürmüş ilişkilerini yeniden düzenlemiştir. Yönetim, hukuk, eğitim ve ekonomiye ilişkin boyutlarıyla ülkenin günlük yaşamına yansımış, yeni Türkiye’nin yaşam biçimi bu antlaşmayla belirmiştir. Tekrar altını çizersek, Lozan, Türkiye’nin çağdaş, uygar ülkeler yanında, eşit haklarla donanmış olarak yer almasını sağlamıştır. Nitekim İsmet Paşa, kendine Türkiye’nin hâlâ şeriata dayanan yasalarla yönetildiği hatırlatılarak Ermenilere ezilmeden yaşayabilmeleri için bir alan ayrılması önerildiğinde, güvenle, en çok üç yıl içinde Türkiye’nin çağdaş ölçütlerle bütünüyle örtüşen yasalarla ve toplumsal kurallarla donanacağını, o zaman ülkede hiçbir toplumun ayrıcalıklı bir konum isteme gereğini duymayacağını söyleyerek kısa zamanda gerçekleşecek Türk devriminin duyurusunu da yapmıştı. Değişikliklerse antlaşma imzalanabilsin diye değil, imzalandıktan sonra gerçekleşmişti.

Türk heyeti ödün vermedi

Osmanlı İmparatorluğu güçsüzleştikçe ülkenin Müslüman olmayan halkını kendi emelleri doğrultusunda devletin içişlerine karışabilmek için kullanan emperyalist ülkeler, yeni oluşumunu görmek istemedikleri Türkiye’ye Osmanlı’nın devamı olarak bakmak istiyorlardı. Yüzyıllarca yaptıkları gibi aynı çıkarcı uygulamaları sürdürebilmek için ayrılıkları daha da derinleştirip ulusal bütünlüğü önlemeyi, isteklerini “azınlıklar” sorunu çerçevesinde gündeme getirip antlaşmaya kazımayı hedeflemişlerdi. Konferans heyetinde bulunan Dr. Rıza Nur, bu girişimi anılarında “tüylerim ürperdi” sözüyle yakınarak şöyle anlatmaktadır: “Frenkler bizde ekalliyet (azınlık) diye üç nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimizde olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar... Irk tabiriyle Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt, ilh..yı Rum ve Ermeninin yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan iki milyon Kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar.” Ancak azınlıklar sorununa tarihsel alışkanlıklarla yaklaşan büyük devletleri Türk heyeti ödünsüz bir kararlılıkla yanıtladı. Onlara İnönü’nün sözleriyle Türkiye’de “ancak kapitülasyon içinde bulunmayan her memleketin kabul ettiği”nin geçerli olacağı bildirildi.

Kurtuluş Savaşı kadar Birinci Dünya Savaşı’nın da sonunu getiren Lozan Antlaşmasıyla Türkiye hedeflediği tam bağımsızlığa kavuştu. Bağımsızlık, kuşkusuz hiçbir bağıta girmemek değildir. Nitekim, Lozan’ı izleyen yıllarda Atatürk’ün önderliğinde yabancı ülkelerle birçok antlaşma yapıldı. Ancak bunların hiçbiri ülkenin ulusal çıkarlarını ve onurunu örselemiyordu. Oysa artık Lozan’ın bağımsız Türkiye’si, karanlık bir geleceği göğüslemekte. Konferansta görüşülmüş ve kazanılmış birçok nokta, yeniden gündemde. Bunda Lozan’da istediklerini alamayan, ama Türkiye’den emperyalist beklentilerini yitirmeyen büyük devletlerin rolü olduğu su götürmez bir gerçek. Lozan’ı izleyen Cumhuriyet yönetiminin getirileriyle çıkarları zedelenen Osmanlı yanlılarının, Sevr hayranlarının torunları, şimdi bu ülkelerle el ele vermiş, antlaşmayla kazanılanları elverdiğince indirgemeye, hatta silmeye çalışmakta. Bunun için neredeyse bir kampanya yürütülmekte. Dahası, Lozan’ı yaratanları ölüme mahkûm eden, hatta ulusal güçlere karşı savaşmak üzere hilafet ordusu kurduran, sonunda dört yıl başkentini tutsak alan işgal kuvvetlerine sığınan Vahdettin’in üyesi olduğu Osmanlı hanedanını yüceltip Atatürk’ü ve Cumhuriyetimizi borçlu olduğumuz kadroyu yıpratmak için sürdürülen bu kampanyaya nice devlet adamı katılmakta. Nice sorumlu kimse, tarihsel ve bilimsel dayanağı olmayan tartışmalar yaratarak kamuoyunu ve yeni yetişenleri etkilemeye çalışmakta. Benzeri düşünen iç ve dış ikilinin birlikte gerçekleştirdiği tutarsız, hesapsız ekonomik bağlantılarımız Duyun-u Umumiye dönemini çağrıştırmakta... Misakımilli sınırları ve ulusal bütünlük sorgulanmakta. Ulusal eğitim tartışılmakta. Bilimsel eğitimden verilmek istenen ödünlerle öğretime yerleştirilen yabancı dil ve yöntem tutkunluğu, özenle kurulmuş eğitim sistemini altüst etmiş. Laik, ulusal eğitimden sapıldığında ulusal birliğin bilincinde, ulusal ülkünün kıvancında, Lozan’la övünen, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni koruyacak kuşaklar yetişebilir mi?
 

Türk aydınına düşen görev

Lozan Barış Antlaşması’nın 87’nci yılında karşılaştığımız bu acıklı durumda görev, yine Türk aydınına düşmektedir. Bu da tarihimizi çok iyi öğrenip öğreterek onun görkemini saptırmak isteyen kimselerin ve Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil edemeyen, Türk ulusunun çıkarlarını koruyamayan iktidarların, onca canın yitirildiği Kurtuluş Savaşı sonrası imzalanan bu belge ile kazanılmış Türk bağımsızlığının, Türk onurunun üzerine bir sünger çekmelerine izin vermemektir.