70. Cannes Festivali: Aile olmasa, festival ne yapardı?

Bu yıl izlediğimiz filmlerde, aile kadar olmasa da sıklıkla karşımıza çıkan bir diğer tema, göçmenler...

Vecdi Sayar

 

Sinema dünyasının vitrini Cannes Festivali yetmişinci yaşını kutlarken, dikkatler her zaman olduğu gibi ‘Resmi Program’ üzerinde yoğunlaşıyor. Yüze yakın film içinde kaçırdığım için üzüldüklerim olmuyor değil (örneğin ‘Cannes Klasikleri’ bölümünde gösterilen “Yol”un İsviçreli yapımcısı tarafından üretilen yeni versiyonu), ama 19 Yarışma filminin tümünü izlemek temel hedefimiz oluyor.

Şimdiye dek, yarışan filmlerin yarıdan fazlası izlendiğine göre, bazı genellemeler yapabilirim rahatlıkla. Resmi Programa seçilen filmlerin düzeyi vasatın üstünde idi diyebilirim. Şu ana dek başyapıt diyebileceğim tek bir film ve çok iyi diye niteleyebileceğim üç film var (Hong Sangsoo, Andrey Zvygintsev ve Ruben Ostlund’un filmleri). Hepsi de, ‘aile kurumu’na odaklanan filmler. Başyapıt diyebieceğim film ise, çok iyi tanıdığımız, hemen tüm filmlerini hayranlıkla izlediğimiz bir yönetmenin, Michael Haneke’nin imzasını taşıyor.

Michael Haneke, burjuva ailesini hedef tahtasına koyuyor bir kez daha. Bu kez, kara mizaha daha fazla ağırlık tanıyarak... Bir Alman – Fransız – Avusturya ortak yapımı olan “Mutlu Son”da, Atlantik kıyısında, Calais’de yerleşmiş büyük bir taşıma firmasının sahibi bir ailenin fertlerini tanıyoruz. Yaşı ve ilerleyen hastalığı nedeniyle işini kızına (Isabelle Huppert) devretmiş büyük patron (Jean-Louis Trintignant), karılarını aldatmakla meşgul oğul (Mathieu Kassovitz), ruhsal dengesini yitirmiş torun (Pierre Laurent) ve annesini bir kazada kaybedince dedesinin evine taşınan küçük torundan (Fantine Harduin) oluşan mikrokozmos, burjuva aile kurumunun iki yüzlülüğünü ortaya dökmek için elverişli bir ortam oluyor. Bu ortama, Afrikalı göçmenlerin beklenmedik girişi, burjuva ailesinin sahte mutluluğunu deşifre etmemize yardımcı oluyor (Bu yıl izlediğimiz filmlerde, aile kadar olmasa da sıklıkla karşımıza çıkan bir diğer tema, göçmenler).

“Mutlu Son”un sürprizlerini ifşa etmek istemem. Ama, Trintignant ve Huppert’in “Aşk”daki rollerinin devamı olarak düşünmek mümkün öyküyü. Basın toplantısında, Haneke’ye “Aşk’ı çektiğiniz sırada bu hikaye aklınızda var mıydı?” diye sorduğumda, “Hayır, sonradan düşündüm bu filmi” dedi. İki filmi ard arda izlemenin doyumsuz bir tad vereceğini düşünüyorum gene de. Her zamanki gibi, çok iyi planlanmış sahneler, kadrajlar ve mükemmel oyunculuklarıyla Altın Palmiye’nin en güçlü adayı “Mutlu Son”. Ustaya üçüncü bir Palmiye’yi çok görmezler umarım.

Burjuvazinin kaçış “Kare”si

Avrupa toplumlarının sahte mutluluğunun göçmenlerin varlığı ile nasıl gölgelendiğini, daha doğrusu yalanlar ve sanal gerçeklikler üzerine kurulu bir dünyanın nasıl parça parça döküldüğünü anlatan bir film de, “Force Majeure”ün (ülkemizde “Turist” adıyla gösterildi) İsveçli yönetmeni Ruben Ostlund’un imzasını taşıyan “Kare”. Bu yılın en iyilerinden biri kanımca.

Büyük bir çağdaş sanat galerisinin küratörünün başından geçenleri anlatıyor. Parçalanmış bir aile, çocukları ile ilişkisi (tıpkı “Mutlu Son”da, ya da Rus filmi “Sevgisiz”de olduğu gibi) sorunlu bir baba, cinselliğin ötesine geçemeyen ilişkiler... Ostlund, ‘çağdaş sanat’ üretimini ve bunun ‘satışı’ için tasarımlar üreten reklam sektörünü keskin bir dille alaya alırken, günümüz Avrupa toplumundaki ‘politik doğruculuk’ iddiasının nasıl kırılgan olduğunu ve ifade özgürlüğünün sınırlarını güçlü bir mizah duygusu ile anlatıyor. Hiçbir karakterle özdeşleşmemize izin vermeden, dışardan bir gözlemci gibi bakmamızı sağlıyor.

Feda edilen bir ‘kutsal geyik’

Aile üstüne bir başka metaforik film de İrlanda’dan geliyor. “İstakoz” filmiyle etkileyici bir kara mizah örneği veren Yunan yönetmen Yorgos Lathimos, bu kez mizah dozu çok gerilerde bir kara filmle karşımıza geliyor: “Kutsal Geyiğin Öldürülmesi” (The Killing of a Sacred Deer). ‘Kutsal’ aile kurumunun ikiyüzlülüğünü anlatırken mitolojik göndermelerden yararlanıyor. Filmde geyik falan yok demekle yetineyim; yönetmenin geyiğine inanmak size kalmış...

‘Kurban’ metaforunu, aile fertlerinin bireysel mutlulukları adına diğerlerini öldürmekte –kurban etmekte- tereddüt etmemesi olarak yorumlamak mümkün. Ama, filmin tüm şifrelerini çözmek her babayiğitin harcı değil. Lathimos bu konuda çok eli sıkı davranıyor, ipucu vermekten kaçınıyor. ‘Metafor’dan çok ‘metafizik’e bel bağlayan bir film bu; tıpkı Macar yönetmen Kornel Mundruczo’nun “Jüpiter’in Ayı” adlı flmi gibi.

“Beyaz Tanrı”da, bir çocukla köpeği arasındaki sevgi bağını anlatırken aile ilişkilerindeki şiddeti ve ‘öteki’ne duyulan korkuyu vurgulayan Mundruzco, bu kez Macar toplumunun yitirdiği değerlere yeniden kavuşması adına metafizik bir arayış içinde. ‘İnanç’ olgusunu vurgulayarak, kahramanını göklere yükseltse de, “Beyaz Tanrı”nın düzeyine ulaşamıyor.

Ertesi Gün

Aile kurumunu, metaforlara ya da metafizik araştırmalar girmeden, en yalın biçimde ele alan, mizah duygusundan nasibini almış bir film, “Ertesi Gün”, Güney Kore’nin ünlü yönetmenlerinden Hong Sangsoo’nun imzasını taşıyor.

Evli, çoluk çocuğa karışmış bir yayınevi patronu ile yanında çalışan genç kadınlar arasındaki ilişkileri ustaca kotarılmış grafik bir anlatımla aktarıyor, Sangsoo. Siyah-beyaz görüntüleri, oyuncularının inandırıcı performansları ile gerçek bir sinemasal şöleni “Ertesi Gün”. Kahramanlarını yargılamayan, ama içine düştükleri traji-komik durumu sergilemekten geri durmayan bir film.

Kanımca, ödül listesine girmeyi hak eden yapımlardan biri bu. Tıpkı, Rus sinemasının genç kuşağının en önde gelen ismi Andrey Zvygintsev’in “Nelyubov” (Sevgisiz)i gibi... Orada da günümüz Rus toplumundaki aile kurumunun çarpıklığını, bireyler arasındaki sevgisizliği gözler önüne seriyordu yönetmen; vaaz vermeden, incelikle, sahicilikten bir an bile uzaklaşmadan...