42. Toronto Festivali: Geleceği yeşertmek...
Filmografisi içinde ilk sırayı alacak bir başyapıtla karşımıza gelen Robert Guédiguian, geçen hafta Venedik’te övgülerle karşılandıktan sonra Toronto’da da yürekten alkışlandı.
Mehmet Basutçu“Bugün yönetmenlerden her filmleriyle ‘başarılı’ olmaları isteniyor. Başarı da gişe girdisiyle ölçülmekte. Bu ağır bir baskı oluşturuyor yaratıcılık üzerinde. Ancak yaratıcı sinema yapmak adına, sadece dar bir sinefil çevre için film çekmek de hiç doğru değil; giderek mümkün de değil, çünkü sanat filmleri izleyicisi azalıyor. Her şeyden önce bir hikâye anlatmak zorunda olduğumuzu unutmayalım. İç gerilimi olan senaryolar eşliğinde, somut insanlardan ve onların somut yaşamlarından söz etmek çok önemli....”
Sanat sinemasına verilen önem...
Geçen yıl Venedik’te, Reha Erdem’in “Koca Dünya”sına büyük ödül veren “Orizzonti” (Ufuklar) jürisi başkanı Fransız yönetmen Robert Guédiguian, bu sözleriyle çekmeye hazırlandığı “La Villa”nın gerisindeki temel yaklaşımı özetlemiş oluyordu. Bir yıl sonra, belki de filmografisi içinde ilk sırayı alacak bir başyapıtla karşımıza gelen Guédiguian, geçen hafta Venedik’te övgülerle karşılandıktan sonra Toronto’da da yürekten alkışlandı.
“La Villa”nın toplumsal ve siyasal göndermeleri bol içeriğine değinirken, genelde sinemanın ve festivallerin gelişiminden, dönüşümünden de söz ediyoruz. Kısa bir süre önce, Fransız sinemasının dış tanıtımını desteklemek amacıyla kurulan Unifrance’ın başına, Cahiers du Cinéma’dan sonra Fransız sinemateğini de uzun yıllar boyunca yönetmiş olan eleştirmen Serge Toubiana’nın getirilmesini, Fransa’nın özgün kültürel farklılığı çerçevesinde sanat sinemasına verilen önemi vurgulayan anlamlı bir seçim olarak yorumluyor.
Toplumsal ya da politik sinema ne olmalı sorusuna gelince, “Temelde yeni çözüm yollarına işaret eden, olumlu somut girişimleri anlatan senaryolara ağırlık vermeliyiz. Eleştiri yeterince yapıldı ve yapılıyor. Tüm haksızlıkları, yolsuzlukları, kötülükleri, yani genel çürümüşlüğü sergileyen filmlerden çok, artık yaşama geçirilen başarılı girişimlerden söz ederek umut aşılayan filmlere ihtiyacımız var. Başka bir deyişle, angaje sinemadan çok, ‘vatandaş sinema’ya ihtiyacımız var...” görüşünü yineliyor. “Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra her şeyin düzeleceği, daha iyiye gideceği düşünülüyordu. Tam tersi oldu. Gelişmiş ülkelerde bile, insanların en az yarısı çok kötü koşullarda yaşam savaşı veriyor.
Gelir dağılımındaki eşitsizlik arttığı için yeni gelişmelerden payını alamayanlar giderek toplum dışına itilmekteler. Duvarlar örmek yerine insanları birleştirmek, zenginliği paylaşmak gerekir; ne yazık ki insanoğlunun doğası paylaşımcı değil. Bu durumda, komünist felsefe yeniden önem kazanarak gündeme geliyor. Sahip olduğumuz zenginliği nasıl paylaşacağız? Temel nedeni politik, ekonomik ya da iklim değişikliği, ne olursa olsun, dinmeyen ve dinmeyecek olan sığınmacı akımı, paylaşımcılığın ötesinde, siyasi düzenleri de sorguluyor. Totaliter eğilimlerin kaygı verici yükselişi, dünya sinemasına da yansımakta. Görüşlerini doğrudan dile getiremeyen sanatçılar, giderek metaforlara, parabollerle, değişik gönderme yöntemlerine başvurmak zorunda kalıyorlar.
Aydınlar, sanatçılar düşüncelerini her yerde her zaman özgürce dile getirebilmelidirler. Ancak özgürlük alanlarımız da giderek daralıyor. Yine de, her şeyin temelinde ekonominin yattığını unutmayalım. Bugün terörü besleyen en önemli etkenin liberal ekonomik düzen olduğunu düşünmeyi sürdürüyorum. Yoksulluk her şeye gebedir... “
Peki ne yapmalı? “Tıpkı Anton Çehov’un mücadeleci kabullenme felsefesinde olduğu gibi, küresel liberal düzene karşı direneceğiz. Geleceğimizi yeşertecek ağaçları dikmeyi sürdüreceğiz, angaje sinemadan çok, vatandaş sinema yaparak...”