35. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı onur yazarı: İoanna Kuçuradi
Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı ve Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Kuçuradi’yle felsefeyi, felsefenin yaşamla bağını, Türkiye’de ortaöğretimde ve akademik ortamda felsefenin durumunu, günümüzün krizleri bağlamında insan haklarını, İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nın temasını ve onur yazarı seçilmesine ilişkin duygularını konuştuk.
Ali Bulunmaz / Cumhuriyet Kitap EkiTürkiye’de felsefe denince akla gelen isimlerin başında yer alan İoanna Kuçuradi, “İnsan ve Felsefe” temalı 35. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı. Yayımlanan kitaplarıyla, yetiştirdiği öğrenciler, sunduğu bildiriler, düzenlenmesine önayak olduğu etkinlikler, verdiği dersler ve söylemiyle Kuçuradi, sadece ülkemizde değil, yurtdışında da tanınan ve dikkatle takip edilen bir felsefeci. Etik, İnsan Felsefesi, Değer Felsefesi başta olmak üzere felsefenin birçok disiplinindeki üretimlerinin yanında, uzun yıllar insan hakları konusunda çalışmalar yürüttü, yürütmeye de devam ediyor.
- Filmi başa saralım; felsefeyle nasıl tanıştınız, bunun hikâyesini anlatır mısınız?
- Felsefeyle ortaokuldayken tanıştım. Edebiyat dersinde Platon’un Kriton diyalogunu ve Sokrates’in Savunması olarak Türkçeye çevrilen ama Sokrates’in Hesap Vermesi şeklinde çevrilmesini daha uygun gördüğüm kitabını okumuştuk. O yaşta onu okumak öylesine önemli ki! İnsanların hırslarından dolayı iftiraya uğrayan bir insanın, yaptığının değerinden emin olarak, doğal bir şekilde dik duruşunu görüyorsunuz: O dönemde birisi yargılanırken kendisine nasıl bir ceza uygun gördüğünü sorma geleneği vardı. Sokrates’e de bu soru sorulunca cevabı, “Prytaneion’da yemek yemek” olur. Bu, devlete hizmet etmiş insanları onurlandıran bir uygulamaydı. Atina için yaptıklarının karşılığı, böyle bir şey olurdu.
- Sizin felsefeyle tanıştığınız dönemde, Türkiye’deki entelektüellerin bu alana bakışı nasıldı?
- Benim çevremdeki insanlar için saygın, önemli bir alandı.
- Peki ya dünyada?
- Platon’un bu kitaplarını okurken ben 13-14 yaşımdaydım. Dünyada bu konuda olan bitenleri bilmiyordum. Öğretmenlerimizin söylediği ve okuduğum dergilerde yansıtıldığı kadarıyla biliyordum. Ama arkadan baktığımda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, benim ortaokulda olduğum yıllarda, dünyada yeni yeni açılımlar oluyor, UNESCO kuruluyor. UNESCO’da felsefenin çok önemli bir yeri vardı son beş-altı yıla kadar. UNESCO’nun desteğiyle Felsefe ve İnsan Bilimleri Kurulu oluşturuldu. Kurumsal anlamda felsefeye önem verildiğini görüyoruz.
“FELSEFENİN EN ÖNEMLİ DİSİPLİNİ ETİK”
- Felsefenin ve filozofların, yaşamdan ve gerçeklikten kopuk olduğuna dair, (bugünlerde pek fazla kabul görmeyen) bazı eleştiriler vardı, buna ilişkin nelersöylersiniz?
-Felsefenin tarihinde de bugün de bazı filozoflar ancak “profesyonellerin” anlayabileceği bir dili kullanmayı yeğliyor. Bunun için felsefe bazen, sizin ifadenizle yaşamdan ve gerçeklikten kopuk gibi görüyor. Ama bu, son yıllarda epey değişti. Önemli olan, kime hitap ediyorsak ona göre dil kullanmak. Aynı düşünce de birkaç dilde ifade edilebilir.
- Felsefenin pek çok disipliniyle ilgili makaleler kaleme aldınız, dersler verdinizve kitaplar yazdınız. Sizce felsefede en hayatî disiplin hangisi ya da böyle birhiyerarşiden veya sıralamadan bahsedilebilir mi?
- En “hayatî” disiplin, hayatla en ilgili olan disiplindir. Bu açıdan belki en önemli disiplin -normatif bir disiplin olarak anlaşılmaması şartıyla- etiktir. Ama etikte bilgi üretmek sağlam bir ontoloji ve bilgi felsefesi temeli, ayrıca insan felsefesinde ve değer felsefesindeki birçok sorunla hesaplaşmış olmayı gerektirir. Bu söylediğim bir hiyerarşi anlamında değil, hesaplaşmanız gereken problem alanlarıyla ilişkili. Örneğin, bilgi üretirken bir değerin ontolojik özelliğini, bir ilkenin de epistemolojik özelliğini hesaba katmalıyız.
“YENİ FELSEFECİLER DAHA İYİ YETİŞTİRİLMELİ”
- Filozofların ekollerine ve felsefi söylemleri içine hapsolduğu ve birbirine pek yanaşmadığına ilişkin kulaktan kulağa fısıldanan görüşler var, bunu nasıl yorumlarsınız?
- Bu dediğinizi yapmak-yapmamak felsefeyle uğraşanların karakteriyle ilgili. Felsefe yaparken farklı hareket noktaları ve farklı kabuller oluyor. Ekol dediğiniz bu hareket noktasının paylaşılması. Bana sorarsanız bir hareket noktasının bilgisel olup olmaması önemli. Bu, üretilen bilgilerde ve görüşlerde büyük bir fark yaratıyor. Filozofların görüşleri -alan için ve yaşam için- farklı derecelerde önemli oluyor. Bu görüşlere benim kastettiğim anlamda değer atfetmek ve değer biçmek değil, onları doğru değerlendirmeyi bilmek gerekir. Ayrıca bir filozofun felsefeye getirdiği bazen ilk olsa da son değildir; yani felsefe bugün ne onunla başlıyor ne de onunla bitiyor. O, farklı suların beslediği koca bir ırmak gibi… Bir filozoftan da bir konuda “her şeyi” getirmesi beklenemez. Her filozof olan bitenlerde problemleri görebildiği kadarıyla felsefe yapıyor.
- Ekol kavramından bahsetmişken Türkiye’deki felsefe bölümlerini ve bu bölümlerde yürütülen çalışmaları nasıl görüyorsunuz?
- Beş tane olan Felsefe Grubu Öğretmenliği Bölümü’nü bir yana bırakırsak, Türkiye üniversitelerinde yanılmıyorsam kırk yedi felsefe bölümü var. Bunlardan bazıları “oturmuş”, birçoğu da henüz oturmamıştır. Bu bölümlerin bir kısmında ne gibi çalışmaların yapıldığını biliyorum. Ama hepsini bilmiyorum. Bildiklerimin çoğunda arkadaşlarımız ciddî bir şekilde çalışıyor. Ancak yeni yetişenlerin daha “iyi” yetiştirilmesi gerek.
- Aynı soruyu yurtdışındaki akademik ortam için de yanıtlamanızı isteyeceğim.
- Diğer ülkelere baktığımızda çalışmaların birbirinden oldukça farklı olduğunu görüyoruz. Özellikle Orta, Doğu ve Güney Doğu Asya ülkelerinde felsefede bir canlanma var. Afrika’da ise benim izleyebildiğim kadarıyla, 1990’larda ve 2000’lerin ilk on yılında önemli atılımlar yapıldı. Pek çok şeyin kişilere bağlı olduğunu görüyoruz. Örneğin, 1990’larda Anglofon Afrika’daki bu canlanmayı, bu arada kaybettiğimiz Henry Odera Oruka’ya (Kenya), Frankofon Afrika’daki canlanmayı da önemli ölçüde Paulin J. Hountondji’ye (Benin) borçluyuz.Avrupa’da ve iki Amerika’da ise üniversitelerin malî sıkıntıları olunca kapatmayı düşündükleri bölümlerden ilki felsefe oluyor. Biz federasyon olarak bunun önlenmesi için o ülkelerdeki meslektaşlarımıza yardımcı olmaya çalışıyoruz.
“ÇOCUKLARA SORU SORDURMAYI AMAÇLIYORUZ”
- Üniversitelerin ötesinde, Türkiye’de ortaöğretimde felsefeye yaklaşımı nasıl değerlendirirsiniz?
- Ortaöğretimde felsefe dersi var. Daha önce yalnızca edebiyat kolları için zorunlu bir ders olan felsefe, sayın Hikmet Uluğbay Millî Eğitim Bakanı’yken ortaöğretimin bütün “kollarına” kondu. Bu çok isabetli bir karardı. Ancak ders programının, özellikle de ders kitaplarının daha dikkatli hazırlanması gerek ve en önemlisi, bu dersi verecek öğretmenlerin “iyi” yetiştirilmesi. Felsefe derslerinde öğretmen/hoca çok çok önemlidir. Siz de felsefe okumuş bir insan olarak bunu biliyorsunuz. En elverişsiz programla “iyi” bir öğretmen çok verimli bir ders yapabilir, en “iyi” programı olan bir felsefe dersini de yetersiz bir öğretmen öğrencilerin kaçmak isteyeceği bir ders haline getirebilir.
- Türkiye Felsefe Kurumu çatısı altında “Çocuklar İçin Felsefe” adlı birimde çalışmalar yürütülüyordu. Hâlâ devam ediyor mu? Ne amaçlanıp neler yapılmıştı orada?
- Pek tabii ki, hem de gelişerek devam ediyor. 1994’ten beri böyle çalışmalar yapıyoruz. Türkiye Felsefe Kurumu’nun Çocuklar İçin Felsefe Birimi, felsefe öğretmenlerinden oluşuyor. Başında değerli arkadaşım Nuran Direk var. Böyle çalışmalar yapmamızın amacı, çocukları olabildiğince erken yaşlarda Sokratik metotla -yani çocuklara sorular sordurmakla ve sorularına soruyla cevap vermekle, böylece sorduklarının cevabını kendilerinin bulmasıyla- bağlantılı düşünmeyi öğrenmesine yardımcı olmak ve onları, başta etik konular üzerinde, düşündürmek. Bu amaçla çeşitli yaşlardaki çocuklar için felsefe eğitimleri yapıyoruz ve yirmi yıldır Millî Eğitim Bakanlığı’nın izniyle Türkiye Felsefe Olimpiyatları’nı düzenliyoruz. Türkiye düzeyinde on bir merkezimiz var. Bu merkezler birer okul ve her merkezin başında o okulun felsefe öğretmeni var. Bu okulların müdürleri de okullarında böyle bir merkez olmasından çok memnun ve destekleyici. Her yıl, kazanan iki öğrencimizi Uluslararası Felsefe Olimpiyatı’na, Nuran Hanım’ın ve başka bir öğretmenimizin refakatinde gönderiyoruz. Bu uluslararası olimpiyatlar her yıl, bu olimpiyatlara katılan ülkelerden birinin ev sahipliğinde yapılıyor. Biz bugüne kadar Uluslararası Felsefe Olimpiyatları’na iki defa ev sahipliği yaptık. Çocuklarımız da üç-dört defa birincilik kazandı. Bu öğretmenler, İstanbul’da Felsefe Kulüpleri Platformu’nu kurdu ve dikkate değer bir sistemle çalışıyor: Her sömestrde ele alacakları bir konu saptıyorlar, bu çalışmaya katılan her öğretmen de bir alt konu üstleniyor. Bu konuda çalışmak isteyen öğrenciler de o öğretmenin grubuna katılıyor. Böylece farklı okulların öğrencileri bir araya geliyor.
“OKUR-YAZARLAR FELSEFEYE BÜYÜK ÖNEM VERİYOR”
- Üniversiteye başladığımda bazı hocalarımız ilk derslerde “Lisede öğrendiğiniz felsefeyle ilgili her şeyi unutun” demişti. Belli ki bir uyuşmazlığa işaret ediyorlardı. Sizce var mı böyle bir kopukluk, varsa ne zaman başladı ve nedeni neydi?
- Baktığım lise felsefe kitaplarının çoğu hâlâ problemli. Ama bilgili ve deneyimli bir felsefe öğretmeni bazı problemleri -bunların arasında da bilgi yanlışlarını- giderebiliyor. Demek istediğim şu: Deneyimli bir felsefe öğretmeniniz olduysa “her şeyi” unutmanız gerekmez. O üniversite hocaları, bu genellemeyle bazı lise felsefe öğretmenlerine haksızlık etti.
- Türkiye’de çeşitli üniversitelerde çalıştınız, dersler verip öğrenciler yetiştirdiniz, yetiştirmeye de devam ediyorsunuz. Bu süreçte, öğretim bağlamında olmazsa olmaz veya olması gerek dediğiniz neler var?
- Tek yanlı bir program oluşturmayıp felsefenin problem alanlarının olabildiğince çoğuna yer vermek ve derslerin büyük bölümünü, tartışmaya dayalı bir yaklaşımla -Sokratik metotla- yapmak.
- Ülkemizde; sokakta ya da sahada felsefenin algılanışına dair izlenimleriniz neler?
- Okur-yazar insanlarımız bugün felsefeye büyük önem veriyor. Ezberci bir kitle de hâlâ “felsefe yapma”da kaldı. Şarkısı bile var!
- Yakın geçmişe kadar “Türkçe felsefe yapmak zor” diye yaygın bir kanı bulunuyordu. Gerek felsefi söylem ortaya koyma ve kavramlaştırma gerek yabancı dillerden çeviri konusunda Türkiye şimdi hangi noktada?
- Kendiniz bilgi üretiyorsanız Türkçeyle felsefe yapmak zor değil. Ama başka bir dildeki ifadeleri çevirerek bir şey yazıyorsanız problemlerle karşılaşmak kaçınılmaz, çeviride olduğu gibi. Çeviri yaparken bazı terimleri karşılama problemleriyle yüz yüze kalıyorsunuz. Ama bu, Türkçe’den kaynaklanmıyor. Türkçe’den başka bir dile çeviri yaptığınız zaman da sorunlar oluyor.
“İNSAN HAKLARI İHLALLERİNİN TEMELİNDE BİLGİSİZLİK VAR”
- Kriz süreçlerinde çıkış yolu bulabilmek için felsefe hangi kapıları aralayabilir? Bu anlamda yalnızca felsefe yeterli olur mu; disiplinlerarası çalışmalar sosyal, kültürel ve ekonomik sorunların üstesinden gelmede nasıl yardımcı olabilir?
- Felsefenin en başta yardımcı olabileceği noktalardan biri, kriz durumlarını doğru değerlendirmek. Bu doğru değerlendirme, etik ve insan hakları sorunlarını da göz önünde bulundurmayı gerektirir. Çünkü böyle bir durum değerlendirmesi yapılmadıkça, yapılması kararlaştırılanlar durumu daha da karışık hale getirir ya da durum rastlantısal bir yönde değişir. Benim en çok takıldığım, bir yanlışı başka bir yanlışla “düzeltmeye” kalkışan icraattır. “Felsefe tek başına yol gösterebilir mi?” sorunuza derim ki bazı konularda “evet” ama başka bazı konularda, örneğin ekonomik konularda, tek başına yetmez. “Disiplinlerarası yaklaşım” modadır. Bu “disiplinlerarası yaklaşım”dan anlaşılan da aynı konuda farklı disiplinlerin söyledikleridir. Disiplinlerarası çalışmanın böyle anlaşılmasına da takılıyorum. Gerçeklikteki bir problem üzerine yaptığımız bir araştırmaya farklı disiplinlerin katkısı, bir bütün olarak söz konusu araştırmanın farklı noktalarında olur.
- Türkiye, neredeyse sonu hiç gelmeyen insan hakları ihlallerinin, özgürlük kısıtlamalarının, toplumsal ve siyasal gerilimlerin yaşandığı bir ülke. Bunların temelinde sizce neler yatıyor?
- Bu sorunuzla ilgili olarak insan hakları ihlallerini ayrı, özgürlük kısıtlamalarını ayrı, toplumsal ve siyasal gerilimleri ayrı ayrı ele almak gerekir. Ben sadece insan hakları ihlalleri konusunda bir şey söyleyeyim. İnsan hakları ihlallerinin en temelinde bilgisizlik/cehalet var. Bu bilgisizlik yüzünden kültürel değer yargıları belirleyici hale geliyor ve ihlaller yapılıyor. Bazı ihlaller hukuk onları engellemediği için oluyor, bazıları da kişilerin kendilerini tutamamasından -“kendileri”ne hâkim olamamasından- kaynaklanıyor. İlk aklıma gelenler bunlar.
“ÖFKELENMEK HAKARET ETMEYİ GEREKTİRMEZ”
- Türkiye’de, özellikle son dönemde, siyasette ve günlük yaşamda bir öfke dili hâkim. Bu da her an fitili ateşlenebilecek kavgaları gündeme getiriyor, birbirimize ettiğimiz hakaretin haddi hesabı yok. Felsefenin bu havayı yumuşatmaya veya değiştirmeye yönelik bir etkisi ya da katkısı olabilir mi?
- Öfkelenmek hakaret etmeyi gerektirmez. Hayret ediyorum, bazı kelimeler kişilerin ağzından nasıl çıkabiliyor. Ne var ki hemen herkes birilerine ya da boşlukta küfrettiğinde ve televizyonda da bunları görünce, küfür savurmak -tıpkı ayırımcı ifadeler kullanmak gibi- “doğal” bir halde gerçekleşiyor. Küfretmenin küfredilene değil, küfredene zarar verdiğini; insan onurunu zedelediğini çocuklarımıza öğretmemiz gerekir. Küfredene de -özellikle kamu alanında küfredene- ceza olarak onun çok sevdiği/istediği bir şeyden bir süre mahrum kalmasını sağlamak gerekir. Ama bunun nasıl olacağını hukukçularımız düşünmeli.
- Siyaset-sokak-medya arasında nasıl bir ilişki olmalı, bu üç alan nasıl bir dilde buluşmalı?
- İnsan olmaya yakışan bir dilde buluşmalı, derim.
- Dört bir yanımızda savaşın ayak sesleri duyuluyor, ırkçı söylemler yükselişte ve mülteci krizi pazarlıklarla “aşılmaya” uğraşılıyor. Felsefe açısından baktığınızda bu manzarayı nasıl değerlendirirsiniz? İnsanlık bu badireleri atlatabilecek mi?
- Bu saydıklarınız birbirini tetikliyor. İnsanlık bu badireleri -daha önce olduğu gibi- yenileri başına geldiğinde atlatacak. Ne var ki bu felaketler yüzünden ölen insanlar bir daha dünyaya gelmiyor. İnsanlar “melek” olmadığı için kinler birikiyor. İşte yapılması gereken, bu badireleri, insan olmaya daha yakışır bir hayatın koşullarını oluşturarak atlatmak. Bugün, örneğin mültecilerle ilgili tartışmalar, onları “alıp-almama” konusunda yoğunlaştı ama bu insanların yerlerini-yurtlarını bırakıp yollara düşmemesi için uluslararası düzeyde nelerin yapılması gerektiğini konuşan var mı?
“KAVRAMLARIN AÇIKLIĞI ÇATIŞMALARI SONLANDIRABİLİR”
- Felsefe aynı zamanda bir soru sorma sanatı. İnsanlar bugün doğru soruları soramadığı için mi krizlerde debeleniyor. Haydi soruların belini doğrulttuk diyelim, Etik kitabınızda vurguladığınız gibi durumları doğru adlandıramıyor muyuz, nedir sorun?
- Gerek yaşamdaki bir konuda gerek bilimsel bir araştırmada doğru soruyu sormak için problemi doğru saptamak gerekir. Aksi takdirde problem uydururuz, daha doğrusu yapmak istediğimiz bir şeyin yolunu açmak için problem uydururuz. Bir durumu doğru adlandırmak için önce onu ortaya koymak gerekir. Bu da ayrı ayrı ama bakılan anda zamandaş olayların bir yerde nasıl düğümlendiğini ve bu düğümlenmenin yarattığı etkiyi saptamakla olur. Bu, bir durumun nasıl ortaya çıktığını açıklamaktan farklı bir iştir ve bir doktorun bir hastalığı teşhis ederken yaptığını yapmaya benzer. Bir durumu doğru adlandırmazsanız, onun değişmesi için yapacaklarınız, onu istediğiniz yönde değiştirmeyeceği gibi daha karmaşık/içinden çıkılmaz durumların oluşmasına yol açar. Bir durumu adlandırmak, onu doğru değerlendirmenin ilk adımıdır. Bir ve aynı durumu iki-üç farklı şekilde adlandırırsanız, onun istediğiniz yönde değişmesini sağlayacak önlemleri alamazsınız. Bu farklı adlandırmaları yapanlar ancak çekişir durur.
- İnsan hakları konusunda uzun zamandır çalışan bir akademisyensiniz; özellikle ülkemizde insan hakları dendiğinde topluluk hakkı, bireysel ve kültürel hak gibi kavramlar birbirine belki de kasıtlı olarak karıştırılıyor. Bunu ve buradan doğan gerilimleri, felsefe yardımıyla aşmak ya da aşılmasına katkı sunmak nasıl mümkün olabilir?
- Bu kavramların kasıtlı olarak karıştırıldığını düşünmüyorum. Bilgisizlikten karıştırılıyor. İnsan hakları kişi haklarıdır ama bütün kişi hakları insan hakları değildir. Ne var ki insan hakları olmayan kişi haklarının -ben onlara “yurttaşlık hakları” diyorum- hukukla tanınması, onların insan haklarına dayanmasıyla mümkün. Grup hakları da temel/insan hakları değildir. Ama onlar da tanınırken insan haklarına dayanmalı. “Kültürel haklar” ise hâlâ karmakarışık. Çünkü “kültürel haklar”dan kimi, bir kişi hakkını; benim “tekil anlamda kültür” dediğim, kişilerin, onları insan olarak geliştiren etkinliklere ulaşabilme ve katılabilme hakkını anlıyor ki ben ona “kültür hakkı” diyorum. Kimi de ne oldukları açık olmayan bazı grup haklarını -benim “çoğul anlamda kültür” dediğim bir grubun geleneklerini, insan ve değer anlayışını vb.- korumayı anlıyor. Grup hakları, kişilerin temel haklarının korunabilmesi içindir, tanınmaları da şarttır. Bu özellikleri taşımayan bazı haklar da -koşullara göre- gruplara tanınabilir ama şart değildir. İşte bu kavram açıklığıyla yapılacak bazı uygulamalar kimi çekişmeleri ve çatışmaları sonlandırabilir.
“EŞİTLİK BÜTÜN HAKLARLA İLGİLİ BİR ÜST İLKE”
- Bir önceki soruya ek olarak ayırımcılık ve “ötekileştirme”, insan haklarının ve insanın değerinin kavranışına nasıl yansıyor, bunların altını nasıl oyuyor?
- Eşitlik bütün haklarla ilgili bir üst ilkedir. Ayırımcılık ise hak eşitsizliğini de kapsayan ve ondan daha geniş boyutlu bir muamele şeklidir. Ayırımcılığa çıkarlar, korkular, egoizmler ve etik değerler hakkında bilgisizlik yol açıyor. Böylece ayırımcılık günlük dile de yerleşiyor ve insanlar, çocukluklarından beri görüp duyduğu bu muamele biçimlerini öğreniyor ama söyledikleri ve edimleriyle ayırımcılık yaptığının farkına varmıyor. Uygun eğitimle tamamen değilse de zaman içinde önemli ölçüde bunların üstesinden gelinebileceğini düşünüyorum, üstesinden gelmek istiyorsak tabii. Yıllardan beri söylediğim bir şey var: İlk ve ortaöğretimde dört dersi felsefeye ayırıp programlarının ve öğretmenlerinin hazırlanmasını da bize verirseniz, böyle bir uygulama başladıktan yirmi yıl sonra Türkiye yakındığımız birçok konuda farklı olabilir. Bu arada şunu da söyleyeyim: Moda olan bu “ötekileştirme” sözünü sevmiyorum. Yanıltıcı buluyorum.
- Bugünlerde insan, ekonomiye yaptığı katkıyla değerlendiriliyor veya kişilere ancak bu şekilde bir değer atfediliyor. İnsan ve değer felsefesi çalışmalarınıza dayanarak soruyorum, sizce olması gereken ne? İnsanın kendi başına değerli bir varlık oluşu nasıl ortaya konmalı?
- İnsanın “değer-li” bir varlık olduğunu, insanların tarihte ve günümüzde başardıklarına; insan olmaya daha yakışır şekilde yaşamamızı sağlayan her türlü insan ürünlerine dikkat çekerek gösterebiliriz. Canavarlıklar yapan insanlar olduğu gibi böyle başarıları ortaya koyanlar da var.
“DOĞRU FELSEFE BİLGİSİ UYGUN BİR DİLLE HERKESE ULAŞABİLİR”
- Felsefeyle uğraşanları göz önüne aldığımızda, filozof olan ve olmayan ayrımı yapmamız söz konusu olsa bunu hangi ölçütlere dayandırmamız gerekir?
- Filozof, felsefeye yeni bilgi -o zamana kadar insanların göremediği bir şeyi görmelerini sağlayan yeni bilgiler- getirendir. O kadar basit. Ne var ki bu bilgilerin yeni olduğunu görebilmek için doğru dürüst felsefe tarihi bilgisi ve günümüzde felsefede dünya düzeyinde yapılan çalışmaları az buçuk bilmek gerekir. Yeniliği görmek kolay değildir. Kant’ın kategorik buyruğunu ve diğer buyruklarını derste anlatırken bazen öğrenciler “Bunu mu söylüyor?” diye şaşırıyor. Onlara ilk başta çok çetrefilli gibi gelen bir şey, sonradan çok basit görünüyor. Doğru felsefe bilgileri, uygun bir dille anlatılırsa “herkese” ulaşabilir, çocuklara da.
- Felsefe kavramlarla iş gören, kavramlar yaratan ve bilgi üreten bir alan. Bugün, bilgi olan ve olmayanın sınırlarının aşıldığı ya da birbirinin içine geçtiği müthiş bir kirlilik dönemindeyiz. Sizce felsefecilerin bu noktada yapması gereken ne?
- Yalınlaştırılmış bir dille epistemoloji problemlerini tartışmak: “Bilgi ne?”, “Bilgisel bir önerme ile bilgisel olmayan bir önerme arasında nasıl bir fark var?”, “Bir bilgi ile bir düşünce arasında nasıl bir fark vardır?”, “Doğru bilgi ne özellikte bir bilgidir?”, “Bir bilginin doğruluğu nasıl sınanabilir?”, “Bir düşünce nasıl temellendirilebilir?”, “Bilgisel olmayan temellendirmelerin özellikleri nedir?”, “Bilmek, anlamak, açıklamak, yorumlamak vb. bilme etkinlikleri arasında nasıl bir fark var?” gibi sorular tartışılmalı. Bugün bunlar kafalarda karmakarışık olduğu için tartışmalar kısırdöngüye giriyor, televizyondaki tartışma programlarında bu çok açık görünüyor.
- Siyasetçiler felsefecilerin uyarılarına ne kadar kulak veriyor, söylemlerinden hangi ölçüde haberdar? Türkiye’yle dünyayı karşılaştırdığımızda nasıl bir sonuçla yüzleşiyoruz?
- Bu soruyu bana değil, siyasetçilere sormak gerekir.
“BELLİ BAŞLI FİLOZOFLARIN KİTAPLARI BAŞTAN SONA OKUNMALI”
- Hemen her yerde “büyük cümlelerle”, tepeden bakışlarla karşılaşıyoruz; neredeyse herkes kendini şair, yazar, eleştirmen ve düşünür olarak görme eğiliminde. Sokrates, “kendini bil” der, o anlarda bu söz ne olduğumuzu veya olmadığımızı kavramada işe yarar mı?
- Kendini bilmek, ilk başta zor bir iş. Kimdir bu “kendi”? Ama bu, çocukluktan itibaren çeşitli derecelerde öğrenilebilir. Her şeyin “demokratikleştirilmek” istendiği bir dönemde yaşıyoruz. Çoğunluğun yaptığı niteliksiz olunca niteliksizlikler normal düzey olur! Daha önce başka bir bağlamda söylemiştim: Yaptığımız işi iddialı yapmak (benzerinin en niteliklisiyle ölçmek) ile kendimiz hakkında iddialı olmak birbirinden çok farklı iki huy.
- Felsefeyi merak eden ve bu alana ilgi duyan pek çok insan genellikle nereden başlayacağını bilemiyor. Sizin bu kişilere ve üniversitede felsefe okumak isteyenlere ne gibi önerileriniz olur?
- Doğru-dürüst felsefe eğitiminin yapıldığı bir felsefe bölümünde okumak, yani sistematik bir eğitim almak. Sistematik eğitimin bir koşulu da belli başlı filozofların ana kitaplarını baştan sona kadar okumak. Öğrenciler herhalde anlar bu son cümleyi neden söylediğimi!
İOANNA’DAN “İYİ ANA”YA
- Kimi filozofların ve düşünürlerin lakabı var, yanılıyorsam düzeltin, size de “Bilge Anne” diyenler oldu. Bununla ilgili neler söylersiniz?
- Bana “bilge anne” dendiğini bilmiyorum ama “iyi ana” dendi. Bunun hikâyesini size anlatabilirim: Sevgili meslektaşım Prof. Dr. Zuhal Kara, 2002’nin Haziran ayında Dünya Felsefe Günü’nü kutlamak için Harran’da, tarihsel kalıntılarda, İstanbul’dan gelen lise öğrencilerinin katılımıyla ve Valilik ile Harran Kaymakamlığı’nın desteğiyle bir toplantı düzenlemişti. Ben de UNESCO’nun bir temsilcisiyle birlikte bu toplantıya katıldım. Çok başarılı bir kutlama olmuştu. İşte bu toplantı sırasında, bana anlatıldığına göre, bir çocuk koşa koşa harabelere gelirken ona “Nereye gidiyorsun?” diye sorulduğunda, “İyi ana geliyor, oraya gidiyorum” demiş. “İoanna”yı, “iyi ana” şeklinde duymuş olsa gerek. Bu Harran kutlamasıyla ilgili başka bir olayı da anlatayım, benim için çok anlamlı: 2008’de, Türkiye Felsefe Kurumu, Antalya’da Uluslararası Felsefe Olimpiyatı’na ev sahipliği yapmıştı. Harran Felsefe Günü’nü düzenleyen Zuhal Hanım’ı Antalya’ya gelirken bir savcı aramış ve kendisine; Harran Felsefe Günü sırasında liseyi bitirmek üzere olduğunu ve o toplantıda kendisinin de İstanbul çocukları gibi bir şeyler yapabileceğinin farkına vararak hukuk okuduğunu anlatmış. Bu kişi, savcı olarak göreve başladığı gün de Zuhal Hanım’ı arayarak teşekkür etmiş. Bu hikâyeyi duyduğumda çok sevindim tabii. Yaptıklarınızın yarattığı -olumlu ve olumsuz- sonuçların nereye kadar varacağını o anda göremiyorsunuz. Bu nedenle, değerli amaçlar peşindeyseniz inatla umutlu olmanız gerek.
- TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki teması “Felsefe ve İnsan”. Bunu ilk duyduğunuzda neler düşündünüz?
- Buna karar verenlerin önemli bir ihtiyacın farkında olduğunu ve tam şu anda çok isabetli bir karar verdiğini düşündüm. Bunun için TÜYAP yetkililerini kutlamak ve teşekkür etmek istiyorum.
- TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarısınız. Bununla ilgili duygularınızı da öğrenmek isterim.
- Ayrıca beni “onur konuğu/onur yazarı” seçtikleri için de çok teşekkür ederim. Doğan Hızlan Bey beni arayıp bunu bildirdiğinde şaşırdım. Tabii ki memnun oldum. Umarım böylece felsefeye daha çok dikkat çekilir, özellikle de dikkatlerinin çekilmesi en gerekli olanların dikkati çekilir.
İoanna Kuçuradi’nin kitapları:
Perdenin Arkası (Şiirler) / İoanna Kuçuradi, 1962.
Çağın Olayları Arasında / İoanna Kuçuradi / Tarihçi Kitabevi / 512 s.
Sanata Felsefeyle Bakmak / İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 136 s.
Max Scheler ve Nietzsche’de Trajik / İoanna Kuçuradi / Yankı Yayınları / 98 s.
İnsan Hakları: Kavramları ve Sorunları / İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 276 s.
Nietzsche ve İnsan / İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 164 s.
Uludağ Konuşmaları-Özgürlük, Kültür, Ahlak Kavramları / İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 120 s.
Etik / İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 194 s.
Schopenhauer ve İnsan / İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 102 s.
İnsan ve Değerleri / İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 116 s.
Yurt dışında yayımlanan kitapları:
Human Rigths: Consepts and Problems, LIT Verlag, Münster 2013.
Ethics and World Problems, LIT Verlag, Münster 2016.
Le combat pour les droits de l’homme: un enjeu philosophique de notre temps, L’Harmattan, Paris 2016 (Yayın aşamasında)
Yayına hazırladığı kitaplar:
Yirmi Birinci Yüzyılın Başında İnsan Haklarına Yönelik Tehditler / Yayına Hazırlayan: İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 244 s.
Elli Yıllık Deneyimlerin Işığında Türkiye’de ve Dünyada İnsan Hakları / Yayına Hazırlayan: İoanna Kuçuradi, Bülent Peker / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 382 s.
Barışın Felsefesi-200. Ölüm Yıldönümünde Kant / Yayına Hazırlayan: İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 154 s.
İnsan Haklarının Felsefi Temelleri / Yayına Hazırlayan: İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 248 s.
Dünya Problemleri Karşısında Felsefe / Yayına Hazırlayan: İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 126 s.
Yüzyılımızda İnsan Felsefesi / Yayına Hazırlayan: İoanna Kuçuradi / Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları / 296 s.