301 emekçinin can verdiği faciada mağdurların tutuklu avukatı Kozağaçlı davayı değerlendirdi

Soma faciasıyla ilgili davanın son tutuklu 4 sanık da geçtiğimiz ay tahliye oldu. Mağdur ailelerin gönüllü avukatlığını yapan Selçuk Kozağaçlı ise “halkı hükümete karşı kışkırtma” suçlaması ile 3 yıldır cezaevinde.

Seyhan Avşar

Soma’da 2014 yılında 301 madenciye mezar olan faciayla ilgili davanın Yargıtay tarafından bozulmasının ardından tutuklu 4 sanıkta geçtiğimiz ay tahliye oldu. Gönüllü olarak mağdur ailelerin avukatlığını yapan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanı avukat Selçuk Kozağaçlı ise 3 yıldır cezaevinde. Önümüzdeki ay yeniden başlayacak olan Soma davasını değerlendiren Kozağaçlı, “Hakkımda Soma’da “halkı hükümete karşı kışkırtma” suçlaması devam ettiğine göre; 2014’te yaşadığımız katliamla ‘ilgili’ son tutuklu ben kaldım herhalde. Soma’nın hesabı sorulmadan her uykumuz yarım, her gülümsememiz buruk olacak” dedi. 

FETÖ’nün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından 2016'da KHK'yla kapatılan ve 2019 Ekim ayında tekrar tüzel kişiliğini kazanan ÇHD’nin Genel Başkanı olan Selçuk Kozağaçlı, “silahlı örgüt yöneticiliği, örgüt üyeliği, yardım ve yataklık” suçlamasıyla yargılandığı davada 11 yıl 3 ay ceza almıştı. Soma davasının yanı sıra birçok toplumsal olayda gönüllü olarak mağdurların avukatlığını üstlenen Kozağaçlı, 3 yıldır tutuklu. Pandemi nedeniyle cezaevinde zor bir süreçten geçtiklerini ama sağlık durumunun iyi olduğunu belirten Kozağaçlı, Soma davası ve gündeme ilişkin sorularımızı yanıtladı. 

- Öncelikle nasılsınız? Bir dönem sağlık sorunlarınız olduğunu duymuştuk. Devam eden sıkıntılarınız var mı? 

Sağlığım iyi. Geçmişten sürükleyip getirdiğim birkaç kronik hastalığa, fiziksel tecridin yol açtığı bir iki yenisi eklendi; ayaktayım, çalışabiliyorum, okuyorum, spor yapıyorum. Ancak çok fazla sayıda tutsak ağır sağlık sorunlarıyla boğuşuyor. İdari uygulamalar veya fiziksel koşullar nedeniyle, infazları sağlık tablolarını ağırlaştıran herkesin, aslında verilmiş mahkeme kararlarında yazmayan işkence, ıstırap ve bazen de maalesef ölümle cezalandırılıyor olduklarını unutmamalıyız. Bunu kabul etmeyelim, normalleştirmeyelim.

Gereksiz ve haksız gözaltı koşullarında adeta zorla Covid-19 hastası yapılmış, tutuklandıkları hapishanelerde sağlık tabloları ağırlaştırıldığı için apar topar yoğun bakıma kaldırılıp oradan da tahliye edilmiş arkadaşlarımız var. Gözaltı değil kasten yaralamaya veya öldürmeye teşebbüs gibi görünüyor bu saldırılar. Hapishaneler açısından her zaman, en kesintisiz olarak yürütülmesi gereken kampanya -neyle suçlandıklarına bakılmaksızın- hasta, yaşlı, bebekli yahut kendisi henüz çocuk olan tutsaklarla ilgili mücadele bana göre. Yaşlılığı henüz kabul etmediğime göre bizim sıramız sonra gelsin, o zaman daha ayrıntılı anlatıp sızlanırım ben de…

- Soma katliamında yaşamını yitiren işçilerin ailelerinin avukatlığını yapıyordunuz. Siz şu an tutuklusunuz Ancak 301 madencinin ölümüne sebep tüm sanıklar tahliye edildi. Bu duruma ilişkin neler söylemek istersiniz? 

Hakkımda Soma’da “halkı hükümete karşı kışkırtma” suçlaması devam ettiğine göre; 2014’te yaşadığımız katliamla “ilgili” son tutuklu ben kaldım herhalde. Aslında dava dosyamda birkaç kışkırtma suçlaması daha var. Sevgili Nuriye’nin ve Yüksel Direnişçileri’nin avukatlığını yaparak; bir günde işsiz, geleceksiz bırakılmış yüzlerce kamu emekçisini kışkırtmak mesela. Yine Engin Çeber’den Festus Okey’e işkence ile katledilmiş insanların davalarını sahiplenerek halkı işkencecilere karşı kışkırtmak da var.

İnsan katletmekten yatmaktansa, katile karşı mağduru kışkırtmaktan yatmak onur verici elbette ama yine de bir düzeltme yapmalıyım: Ben yirmi beş yıllık meslek hayatımı –çok çekici bir kavram olmasına rağmen- “kışkırtıcılık” olarak değil, halkın içinde, onunla beraber adalet, özgürlük, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesi olarak tanımlamayı tercih ederim. Buna kışkırtmaktan çok “kışkırtmak” denebilir herhalde. Adaletsizlik, hırsızlık, katliam, yalancılık, utanmazlık beni kışkırtıyor ve en çok da yoksulluk. Bedeli ne olursa olsun, ayağa kalkmak, geleceğimizi ellerimize almak zorundayız.

Soma davasında verilen ilk mahkeme kararı hiçbirimiz için sürpriz değildi. Maden ve inşaat sermayesiyle açıkça iç içe geçmiş bir komisyonun,-rant- talan iktidarının ahbap çavuşu zengin etmeye odaklanmış nepotik iktidarı tarafından elden geçirilmiş adli yargının yeni sermaye sınıfına ihanet etme ihtimalini zaten zayıf buluyorduk açıkçası. Büyük sürpriz 12. Ceza Dairesi’nin ilk bozma kararı oldu. Bu nasıl olabildi? Elbette önce her bedeli göze alarak davalarına sahip çıkan insanlar sayesinde. Rejimi kayıplarımızı dengelemeye zorlandık. E. Fraenkel, faşizmde ikili bir nitelik arz eden devlet yapısı içinde “önlem devletinin” hiçbir hukuk tanımadan sürdürülebilmesi için “norm- kural devletinin” de ayakta kalması gerektiğini tespit ediyor. Sekiz-on hatta belki yirmi-otuz ölü için işlemeyen hukuk, yüzyılın en büyük maden katliamında üç yüz bir yaşamın harcanmasını dengelemeye çalıştı.

Cumhuriyet tarihinin bu en kapsamlı, gerekçeli ve adil iş cinayeti davası değerlendirmesi için daire üyelerini kutlamalıyız. İçerisinde bulunduğumuz şartlarda yargıç haysiyetinin sınırı ve imkânı bundan ibarettir. Unutmayacağız. 

Sonraki pespaye müdahale “önlem devletinden” geliyor. Kariyerini Adalet Bakanlığı bürokrasisinde yapmış, mahkeme kürsüsünden çok iktidar partisinin gölgeliğinde yetişmiş üç yeni “hâkimi” tek seferde, aynı daireye atama şekilsizliği tiksinti vericidir. Bunu anlamak da buna alışmak da mümkün değil.  Sonuçtan değil yöntemden söz ediyorum. Mesela ben 12. Ceza Dairesi’nin güçlü ve adil kararını elime aldığımda; “Bunu bu şekilde bırakmazlar; ya başsavcılık itirazı ya da direnme ile genel kurul görür bu karar…” demiştim. Maden sermayesinin ve iktidarın böyle bir kararı kaldıramayacağı ortadaydı. Ancak izledikleri ve yüksek mahkemeyi utanç içerisinde bırakan yöntemi midelerinin kaldırabileceğini aklımdan geçirmemiştim. Oldu.

Hukuk değilse de matematik bildiklerini öğrenmiş olduk; daire beş kişiyse, demek ki çoğunluk üç kişi. Demek ki üç kişi birden yerleştirmemiz gerekiyor. Üç hâkim değil, cebinde yeni kararı taşıyan üç kişi. Bilinmesi gereken bu sefil matematiğin bir gün –emin olun ki ülke tarihi açısından kısa sayılabilecek bir süre sonra- kararı cebinde taşıyanların adları ve sözde içtihatları ile birlikte utanç örneği olarak okutulacağıdır. Tek risk, öğrencilerin “Hadi canım, bu kadar da olmaz, sınav sorusu olsun diye uydurulmuştur” deme tehlikesi. 

Dosyanın “son tutuklusu” olarak değer verdiğim her şeyin üzerine söz veriyorum ki asla vazgeçmeyeceğiz. Unutturmayacağız. Soma’nın hesabı sorulmadan her uykumuz yarım, her gülümsememiz buruk olacak. Dosyalara müdahale etmek için seyyar hâkim gezdirme ayıbı elbette bir gün “Adil Yargılanma Hakkı İhlali” olarak tespit edilecektir. Ama bizi daha çok ilgilendiren, katledilen işçilerin hatırası, ailelerinin duygusal ve ekonomik güvencesi ile maden işçisi mücadelesinin geleceğidir. Bu ateşi söndürmeyecek ve biz kazanacağız. Benim 7 Nisan’da duruşmam var. Soma duruşması 13 Nisan’da. Kime ne söylenmiştir bilemem ancak orada veya burada katliamın hesabını sormak için mücadeleye devam edeceğim.

- Toplumun nefes alamaz bir hale geldiği şu süreçte Boğaziçi’nde bir direniş başladı. Bu direnişi ömrünü devrimci mücadeleye adamış bir yurttaş olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Boğaziçi Direnişi’nin ilk günlerinde Giacomo Papi’nin  “Radikal Şıkların Sayımı” kitabını okuyordum. Papi 1968 doğumlu yani bizim kuşağa daha yakın ve doksanlar İtalya’sı için yazmış. Yine de Boğaziçililere reva görülen saldırganlık açısından hala güncel ve tipik diyebilirim. Faşizm, medyada satın aldığına benzeyen sığ popülizm dışında kültürel üstünlük kuramamanın verdiği çaresizlikle; eğitimli, entelektüel, bilinçli her katmandan nefret ediyor. Kendisine benzetemediğini yok etme eğiliminde. Devrimcilerin faşizm hakkında yüzyıllık deneyimi ve bilgisi bu. Ama kitabın işaret ettiği bir diğer olgu, eğitimlilerin de öğrenilmiş bir çaresizlik içerisinde, direnmekten kolayca vazgeçebildiği. Beyin göçünden elitizme onlarca yol var bunun için. İşte direnişin kırdığı budur. Eğer direniş varsa inşaat-ithalat lobisine komisyonculukla, ortak mala veya artı değere el koymayla hatta polisle, askerle, rektörle hegemonya kuramazsınız. Söze ihtiyacınız var. Kurabildikleri söz çirkin ve etkisiz trollemeden ibaret. Biz direnerek sözümüzü kurmaya devam edelim. Aklını ve irfanını faşizm dışında temiz kaynaklardan edinmiş, besleyebilmiş herkesin bütün gücüyle direnişe destek olması gerekir. 

Sadece buna değil, içimizi ısıtan, mücadeleyi yükselten her direnişi birbirine bağlamalı, etraflarında kenetlenmeliyiz. Her ÇHD’linin, Boğaziçililerin avukatlığını yapmaktan, onlarla birlikte itilip - kakılıp gözaltına alınmaktan onur duyduğunu biliyorum. İşte bu bizim mesleğimiz. Avukatlık böyle yapıldığında umut ve değer biriktiriyor.

- Cezaevinden ne kadar takip edebiliyorsunuz bilmiyorum ancak Türkiye’deki emekçiler, işçiler oldukça zor günlerden geçiyor. Pandemi nedeniyle var olan işsizlik giderek artmış durumda neler söylemek istersiniz?

Bu aralar tarihsel projeksiyon yapılacağında herkesin gözünün 1930’lara dönüyor olması tesadüf değil. Hem dünyada hem de Türkiye’de faşizmin yükselip yönetememe krizinin baskı, halka saldırı, sığ ve çirkin bir sağ popülizm ile tanımlanabiliyor olmasının sonu elbette daha kötüsünü, savaşı, çürümeyi, çöküşü hatırlatıyor. Evet, işsizlik, enflasyon, geleceği görememe hatta geleceğin peşinen kaybedildiğine inanarak iş aramaktan ve yaşamdan vazgeçme gündelik felaketlere dönüştü, yaygınlaştı. İşsiz, aç, mutsuz kalabalığın “sola” hadi muhalefete diyelim, kayacağına dair mekanik kriz algısından kurtulmak zorundayız. Faşizmin kitle tabanı da aynı çaresiz yoksullar ve faşizm elinden geldiğince büyük bir marifetle onların oylarını ve onaylarını almaya devam edecektir. Gerekirse bunun için kan dökmekten ve başımızı büyük küresel belalara sokmaktan çekinmeyeceğini de artık görüyoruz. Esas mücadele hattını, işlerliği çoktan ortadan kalkmış hayalet bir parlamentonun ihyası yerine; boykotları, grevleri, adalet arayışlarını birbirine bağlayıp kitlesel bir direniş ağı, bir büyük barikat üzerine kurmalıyız.

- Hakkınızda hüküm veren mahkeme başkanın Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımadığına, Türkiye’nin ise AİHM kararlarını uygulamadığına tanıklık ediyoruz. Bir hukukçu olarak hukuk sisteminin geldiği bu duruma ilişkin neler söylemek isterseniz?

Adliye’de davamıza bakan hakim şahsında artık bir karikatüre dönüşmüş olan Roland Freisler tarzı iliştirilmiş bürokratlar elbette çok önemli bir sorun. “Hukuk nedir?” sorusuna verilmiş: “Führer worte haben Gesetzeskraft” (Führer'in ağzından çıkan yasadır) cevabı bu bürokratın ufkudur.

Ama sorunumuz zannettiğinizden daha büyük. Bugün hala canımızı acıtacak kadar keskin dişlere sahipse bile zaten kendisini yeterince teşhir etmiş bu tarzın yükselme dönemini atlattık. Doğrudur, yasa tanımayan, başı dışındaki katmanlarını hayal meyal görebildiğimiz bir imamet hiyerarşisinde yuvalanmış, hukuk bilmeyen yahut ilgi duymayan, skandaldan, abesten, ayıptan utanmayan otuzlu yaşlarında bir “yargıç” kuşağı devşirildi.

Gülen cemaatinin yetiştirdiği bir başka – veya aynı- adliye bürokrasisinin tasfiyesinden doğan boşluğu dolduruyor olma iddiası bu tipin hak ettiği yadırgamayı engelledi. Elbette gidecekler ancak 1946-1965 arasındaki yirmi yılda benzer boşluk iddiasıyla yadırganmaması talep edilen Nazi Yargıçları’nın tasfiyesinin nasıl imkânsız hale geldiğini gördük. Tehlike buradadır.

Bugün verdikleri zararın bedelini ödüyoruz, ancak bu bedelin gelecek kuşaklara sirayet etmesine izin veremeyiz. Faşizm belasını hep birlikte savuşturduktan sonra, gayet sancılı geçeceği bugünden görülen geçiş yıllarında, “Devri Sabık Yaratmayacağız” diye Adenauer rolüne soyunmuş bir muhalefetin muhtemel iktidarını kabul edemeyiz. Oy artırmak, sağ seçmene şirin görünmek için “merak etmeyin biz gelince fazla bir şey değiştirmeyeceğiz zaten” diyenlerden uzak durmalıyız. Kim “Ben bu hâkimlerle de çalışırım.” Diyorsa onlarla birlikte tarihin çöplüğüne gitmelidir; ortak geleceğimize değil.

Bunun sözü bugün burada, acının ve saldırının göbeğinde verilmelidir. Asla normalleştirilmelerine, unutulmalarına, saklanmalarına izin vermeyeceğiz. Söz veriyoruz. Bu sözü veremeyene güvenilmemelidir. Güvenmiyoruz.

Hakkımızda hüküm veren mahkeme başkanının antitezi Ebru’dur. (Avukat Ebru Timtik). İçinde bulunduğumuz yüzyılın Ebru’yu anarak bitirileceğinden hiç şüphem yok. Ebru bu adaletsizlikle mücadele ederken katledildi. “Hayır, kendisi ölmeye karar verdi; istediği zaman bırakıp yaşayabilirdi.” diyecekler için söylenmesi gereken şudur: İstediği zaman bırakabilecek olanların varsayımsal tarihi elbette yazılabilir hatta genellikle de ‘istediği için bırakanlar’ tarafından yazılır. Ernesto “Che” Guevara Küba Merkez Bankası’ndan emekli olabilirdi, Rosa Luxemburg torunları için kazak örerken huzur içinde aramızdan ayrılabilirdi, Mahir Çayan Samsun milletvekilliğinden emekli olup şu aralar anılarını yazıyor olabilirdi. Yapmadılar. “Örnekler uygun değil, hepsi vurularak öldü” diyecekseniz hatırlatayım ki Bobby Sands zaten milletvekili seçilmişti, açlığı bırakması yeterdi çoğunluğun hayalindeki “siyasi kariyer” için. “İyi ama bunların hepsi çok ünlü örnekler, bizim Ebru’nun ne işi var onların arasında?” diyenler olabilir son olarak. “Kimse kendi köyünde peygamber olamaz” derler. Avrupa’dan çok değerli ödüller geliyor, hatta adına bir ödül inşa ediliyor, isminin verilmesi düşünülen bir sokak var, fotoğrafları dünyanın dört bir yanında adliyeleri, baroları süslüyor. Filipinler’den Kongo’ya, Japonya’dan Kolombiya’ya kadar mücadelesini selamlayan mesajlar, onu anan taziye dilekleri ulaşıyor hala. Köyünüzden doğduysa da akacak mecrayı buldu dünya toprakları üzerinde diyorum yani.

Onun bıraktığı yerden devam ediyoruz. Hakkında açılmış onlarca davaya rağmen tek bir geri adım atmadan direnen bir avukattan söz ediyoruz. Hukuka aykırı bir sözde yakalama emrini tanımadığı için gidip bürosuna sığınak yapan, aylarca bürosunda çalışmaya devam edecek kadar zeki, gayretli ve yetenekli bir kadından. Neredeyse koca bir yılı aç geçirerek, o çok sevdiğimiz seksen kilogramlık vardakosta sağlıklı bedeni otuz kilonun altına düştüğünde bile onurla taşıyan bir kadından. Vazgeçmeyeceğiz. Çok baskı var, çok saldırı var, korkar insanlar demeyin. Ebru, yetim ve öksüzdü. Dersimliydi. Zaza Kızılbaşıydı. Komünistti, kadındı, yoksuldu, bekârdı ve hepsini ortasından kesecek kadar devrimciydi. Var mı şiddete daha açık bir kimlik? Başka korkulacak bir şey kaldı mı? Hayır, benim durumum daha hassas diye düşünen varsa anlatsın ben dinlemeye hazırım. Ebru’nun gücü yettiyse, hepimizin gücü yeter direnmeye, teslim olmamaya. Gitmeden öyle istediği için “kurduk” biz onu, zamanımızı bekliyoruz umutla. Güzel şiirini sizinle paylaşarak bitireyim.

“Beni kur,

Zamanı gelince uyanayım

Başını kesiyorlar burada

Yeşil tüylerini kabarta kabarta

Çağrı yapan horozun

Oysa dünya dönmektedir sırtını

Biraz da burayı ısıt der gibi

Ariyen ülkesinden gelen güneşe."

Elbette güneş bu ülkeyi de ısıtacak. Dünya dönüyor. 

Biz kazanacağız.