27 Mayıs’ın özgürlükçü anayasası, yasaklı 12 Mart Anayasası ile budanıyor

12 Mart’ın ikinci dalga operasyonları, işkencesiz olmaz dedirten tutuklamalar, anarşi-terör temizliği altında provokasyonlu infazlar.. Çatışmacılık, kaos ortamında soluksuz, özgürlükler, hak-hukuk karşıtı, kalıcı yasal düzenlemelerin yolları, yasalara yansıtılan formüller üretiliyor.. 27 Mayıs Anayasası, özgürlükçü yasaları ile gelen örgütlü demokratik hak ve kazanımların geriye alınması hedefleniyor. Şaka değil gerçek, günümüzdeki gibi, barolar, meslek örgütlenmelerinin etkisizleştirilmesi için kalıcı olabilecek formüller, operasyonlar peş peşe gündeme geliyor.. Kaos ortamı fırsat.. İçeriğine oy verenlerin bile getirip götürdüklerinden habersiz kaldıkları yasama icraatları arasında...

Şükran Soner

HALİT ÇELENK’E, İNSANLIK, HAK-HUKUK SAVAŞIMI DİRENGENLİĞİNE SAYGIYLA

Bir değil, birkaç kuşağın sevgili Halit Ağabey’in (Çelenk), Cumhuriyet okurları ile paylaşmak istediğim bu fotoğrafı, aramızdan ayrılmadan önce katılabildiği Deniz Gezmiş’in son anma töreninde çekilmiş son fotoğrafı.. Deniz Gezmiş’lerin tanıklık ettiği idam infazlarından sonra, birçok dönemeç taşı askeri-sivil darbeler süreçlerinde yaşanan acılar, işkenceler, hak- hukuk, özgürlükler, insan hakları ihlalleri savaşımlarında Halit Çelenk yine dimdik ayakta, savaşımın ön saflarında.. Deniz’lerin idamlarını durduramama, tanıklığın acısı ile gözlerine, bakışlarına yansıyan buğu, yılların eklemlediği yeni yeni acılarla katmerlenmiş.. Katılamadığım törenin fotoğrafı, sonradan yapabildiğim başsağlığı ziyaretiyle bağlantılı bana Şekibe Abla’nın (Çelenk) özel armağanı. Elbette son birliktelik yıllarından gönderdikleri, özenle içini doldurup imzaladıkları yeni yıl kartpostalları, zarflarıyla da birlikte, odamda, eskiyip soldukça değer kazanacaklar.. İnsanlık, duyarlılık, Halit-Şekibe Çelenk’in yaşamlarında çok güçlü, çok bilinçli, bir o kadar da direngen, savaşımla beslendiği için birçok kuşaktan savaşım verenlerin desteği, ilacı olmanın ötesinde, gelecek kuşaklar için kalıcı örnek sonuçları ile büyüyor, anlam kazanıyorlar.

ŞANAL SARUHAN’IN TANIKLIĞIYLA

Halit Çelenk, 12 Mart döneminin TÖS, kapatılması ile TÖB-Der’in başhukukçusu. Başı derde giren, ülkeye yayılmış öğretmenlerin haklarının aranması, hukuk savaşımlarında ön safta, soluksuz emek vermekte.. Anlamını bir tek örnekle anımsatmak isterim.. Şanal Saruhan, 12 Mart’ın örgütlü devrimci öğretmeni, sadece aranmakta olan bir öğretmen arkadaşını evine aldığı için, aylarla birlikte yargılamasız işkence görürler.. Sonrası her dönem olması gereken her yerde, önceleri öğretmen, sonrası hukukçular, barolar çatıları altında, Cumhuriyetçi Kadınlar’ın kurucusu olarak, Sivas Madımak’ta Meclis’te hukukçu milletvekili kimliği ile insan hakları, hukuk savaşımında. “Üç Kuşaktan Tanıklıklar” söyleşisinde ayrıntı vermemek adına kurduğu cümle içinde, “Bir tek avukatım Halit Çelenk’e göğsümdeki elektrik yarası izlerini göstermiştim..” demişti..

DGM’YE ANAYASA YASAKLARINA KARŞI DURUŞU

Sadece 12 Mart sürecinden, bire bir savunmalarında gönüllü rol aldığı aydınlar listesi sayfalara sığmayacaktır. Ancak biz Deniz’lerin açtığı yaranın yılı içinde, 16 Aralık 1972 tarihinde ikinci sayfamızdan yayımlanmış “Güvenlik Mahkemeleri” başlıklı yazısı üzerinden öncü hukuk savaşımına bir örnek vermekle yetineceğiz. Anayasaya getirilecek yasaklar çalışmaları yanında, basına ulaşan devlet güvenlik mahkemelerine (DGM) ilişkin, hukuk savaşımı, tehdit öngörüsünü özetlemeye çalışırsak, sıkıyönetimlerin kalkması sonrası bitmemiş yargılamaların, olağan yargıya devredilmeme çabası hukuksuzluk arayışına karşı çıkıyor. Soruna ilişkin Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu hukuka uygun, olumlu karar karşısında, hukuksuz yol arayışına şiddetle eleştiriyor. Söz konusu operasyonları hakhukuk gaspı boyutları ile irdeliyor. Çok açık olarak anayasanın “bağımsız yargıç” ilkesinin, anayasa değişiklikleri yanında, DGM’lerle de hukuksuz gasp operasyonlarının altını çiziyor.

NADİR NADİ’DEN ÇAĞRI

Söz “hukuk devleti”nden açılmışken, Nadir Nadi’nin 7 Ocak 1973 tarihi ile yayımlanan yazısını geçmek olmazdı. Türkiye Barolar Birliği’nin 6. genel kurulu kapsamında gündeme alınan 12 Mart iktidar erkinin gündeme aldığı “adalet reformu” paketinin, baro genel kurulu kapsamında oluşturulan komisyonlardaki tartışmaların öneminin altını çiziyor. Yeri geldikçe adalet sisteminin tüm kurumları ile birlikte, Batı uygarlığına yaraşır bir anlayışla hazırlanması, uygar ülkelerde “fikir suçu” diye bir kavramın çoktan kalkmış, tarihe karışmış olduğunu anımsatıyor. Bir kez daha başkaları için değil, kendimiz için güven verecek bir hukuk düzeni çağrısı yapıyor.

ŞEVKET SÜREYYA’DAN ‘CEHALET’ UYARISI

Yine içeriği, tartışmasını yaptığı boyutları ile, toplumsal sayısız çalışması, araştırmaları ile evrensel değerde kimlik kazanmış Şevket Süreyya Aydemir’in 22 Ocak 1973 tarihli Olaylar ve Görüşler köşesindeki “Yol ve Bataklık” başlıklı yazısını, birkaç anlamlı paragrafı ağırlıklı paylaşmak isterim: “Tarihin tanıklığına başvurarak görürüz ki din denilen sosyal kurum... dinin ilkeleri ile, toplumun koşulları, insanoğlunun ruhsal ihtiyaçları arasında bir bağdaşma kurulabildiği takdirde din, toplum yararına, itici bir güç olarak niteliğini koruyabilmektedir. Ama eğer dinin en büyük düşmanı olan cehalet ve fitne bayrağını kaldırırsa, bundan, hem din hem toplum ancak zarar görür.. ... Şunu da kaydedelim: Din perdesi arkasındaki adi tahriklere karşı çıkmak lüzumu, Sayın Senatör Bahriye Üçok’un Senato kürsüsünde altını çizdiği gibi, “Evet cehalet olacak, ama cehalet, hiçbir zaman muzaffer olmayacaktır” Söz daima gerçeğin, bilimin ve yeryüzünün çamurlarına başını eğmeyenlerin olacaktır. Bu tarihin bir kanunudur. Ama doğru, güzel ve hatta tarihsel bir kanundur..”

“AT MARTİNİ...” OSMANLI DÖNEMİNDEN CUMHURİYET’E UZANAN AMERİKA’DAN “MARTİNİ” MARKA SİLAH ALIMI, SAVAŞLARDA KULLANIMININ BELGESEL TADINDA ÖYKÜSÜ

Ekonomik Toplumsal Tarih Vakfı kuruluş dönemi yönetim kurulu üyeliğinden dostluğumuza güvenerek derinlikli tarih araştırmalarıyla ünlü bilim insanımıza haber vermeden, Cumhuriyet gazetesinin 23-25 tarihli birinci sayfalarında çok önemli tarihsel belgelerle yayımlanmış, bu çok karmaşık uzun tarihsel süreçlerde yaşanmış gelişmelerin özetini ne kadarı ile sizlere anlaşılır yansıtabileceğimden çok umutvar değilim. Ama bu kadar uzun tarihsel süreçlerini bütününü kapsayan, kuşkusuz tarih bilimcileri için çok anlamlı çalışmanın, en magazine kayabilecek boyutları bile çok çarpıcı ve bir o kadar renkli..

‘AT MARTİNİ..’ DEBRELİ HASAN TÜRKÜSÜNÜN ÇAĞRIŞIMI MI?

Hem de Mete Hoca’nın renkli kişiliği ile uzunluklu olsa da üç günlük dizi içine sıkıştırılabilmiş olması, Cumhuriyetin yaşamın her alanına dönük gelişmeleri paylaşım duyarlılığını simgelemesi anlamında çok ilginç, bir o kadar değerli.. Mete Hoca’nın besbelli okur dikkatini de çok çekebilecek “At martini..” başlığı altına yerleştirdiği “Bir martini-Henry tüfeği” fotoğrafı, size de benim aklıma ilk geldiği üzere, Ruhi Su’nun sesiyle çok özel etki bırakan “Drama Köprüsü” türküsünü, “At martini, Debreli Hasan” seslenişini çağrıştırdı mı? Merakımı gidermek üzere Mete Hoca’yı sürpriz sonrası arayıp soracağım elbette.. Bu tarihsel geçmişin belgelenmesi anlamında çok uzun solukla, çok zorlu araştırmanın sonuç öyküsü aslında çok anlaşılmaz olmadığı gibi bir o kadar da renkli.. 1800’lü yıllara, Amerika’nın kuruluş tarihinde çok önemli yeri olan Kuzey-Güney savaşlarına bir geçiş gerekiyor.. Kuzey’in savaşı kazanması ile Amerika’nın günümüze dönük anlamlı tarihi yazılmaya başlıyor. Çok kanlı savaşın ortalıkta kalmış çok fazla silahı, mermileri de elde kalmış oluyor. Kapitalizmin felsefesine uygun olarak da elde kalan fazla silah ve mermilerin satışı, tekel kültürü içinde ihaleyle dünya çapında satışa çıkarılıyor.. Osmanlı’da Abdülhamit dönemi ile çakışmayı tarihsel belgeler ortaya koyuyor. Adlarını bilemediğim önemli Osmanlı ile bağlantılı görevli kişilerin araya girdikleri, Osmanlı’nın bir biçimde bu ucuza gidecek ihaleye katılımı sağlanmış oluyor. Dönemin çok güçlü tekel ürünü bu silahlarının satış ihalesinde hem satılan silah-mermi sayıları hem de ihale süreçleri çok yüksek ve uzun bir zaman dilimine yayılmış oluyor. Aslında fotokopisi verilen ve tarihsel gerçeklere ulaşmayı sağlayan belgeler ihalesi yapılmış silahların verilmesine ilişkin davalardan, mahkeme tutanaklarından ortaya çıkarılıyor. Sonuçta Osmanlı davayı kazanıyor. Benim gerçekçi anlatımlara bilgim yetmiyor. Dizinin ikinci günündeki Adülhamit’in açtığı davaya ilişkin, şirket antetli fotokopiler eşliğindeki anlatımdan, ancak devletlerce altından kalkılacak bir büyük silah siparişinin ABD’de özel teşebbüs eliyle yapıldığının altı çiziliyor. 1870’lerde Osmanlı ödemeleri zamanında yapamıyor, silah şirketi de iflasa sürükleniyor. Davacı Osmanlı İmparatorluğu sözleşme koşulları üzerinde yürüyor. Dizinin üçüncü bölümünde yargılamada bir biçimde sulh kararı alınıyor. Bu silahlar Osmanlı’nın başta Rus savaşı, dönem savaşlarında kullanılıyor. Bitmiyor bir biçimde Cumhuriyet dönemine, Kurtuluş Savaşı kullanımlarında da anlamlı yer alıyor..

VİETNAM SAVAŞI’NI SONLANDIRAN BARIŞ ANLAŞMASI DÜNYADA SEVİNÇ YARATIYOR

Geçen haftaki sayfamız Vietnam Savaşı’nda Amerika’yı uzlaşmaya zorlayan dünya, galiba daha ağırlıklı kendi kamuoyu baskısının sonucunun ilk manşet haberi ile noktalanmıştı. Bir gün sonra yayımlanan, bugün paylaştığımız 25 Ocak tarihli manşetimizde ise barışın dünyada yarattığı sevinç ile kimi koşullarının bilgisi yer alıyor. Nadir Nadi köşesinde “Sayı Hesabıyla” başlığı ile çağın en güçlü devletinin mazlum, yoksul, kendi halinde yaşayan ama bağımsızlığına ve özgürlüğüne düşkün bir ulusa karşı yürüttüğü savaşın, ölen insanlar ve ekonomik yaşamsal boyutları üzerinden kimi çarpıcı sayılarını aktarıyor. Amerika içinde dünya vicdanını zaman zaman isyana yönelten gelişmelerinden satırbaşlarını veriyor. Nixon doktrininin çökmesi yanında, ileriye dönük Vietnam halkının çıkarlarından çok Amerikan gerçeklerinin doktrininin yararına işler yapılması tehdidinin ortadan kalkmadığına işaret ediyor. Vietnamda kapanan kanlı dramdan sonra başlamasından kaygı duyulan politik dramın dünyaca yakından izleneceğinin altını çiziyor

MECLİS’TE KAVGA

Sıkıyönetimin 9 ilde 2 ay daha uzatılması kararının görüşmelerinde Meclis’te çıkan kavgayı 26 Ocak tarihli gazetemiz kupürü ile paylaşıyoruz. Melen’in “İşkenci iddiaları yalandır” demesine itiraz eden Ecevit’in MGP’liler tarafından dövülmesi zor önlenebiliyor. Haberin kendisi ayrıca yorumu gerekli kılmıyor.

İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN JANDARMA OPERASYONUNDA YARALI YAKALANMASI İLE ÖLÜME GİDEN YOL ÖYKÜSÜ

31 Ocak tarihli gazetemizde 1. sayfadan yerini alan, ancak Tunceli kaynaklı haberin bilgisi çok kısa. Sıkıyönetim komutanlıklarınca aranmakta olan İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi 4. sınıf öğrencisi İbrahim Kaypakkaya’nın Tunceli’de jandarmalar tarafından yaralı olarak ele geçirildiği bildiriliyor. Bir hafta önce Tunceli’ye bağlı Seyithan köyünün Güdük mezrasında jandarma ile çatışan belirsiz 4 kişiden 3’ünün kaçtığı, 1’inin de öldürüldüğü bilgisi ekleniyor. Bu üç kişi aranırken, köylülerin ihbarı ile Kaypakkaya’nın ele geçirildiği belirtiliyor. Bu kısacık haber kupürüne, gazetecilik sorumluluğum gereği benim anlamlı eklemeler yapma zorunluluğum olmalı. Kaypakkaya öğrencilik yıllarının başından Çapa Öğrenci Yurdu’nda kalan, kendi çevresine dönük olarak da dönemin en az Deniz Gezmiş kadar öne çıkmış bir ismi. Çapa Öğrenci Yurdu dönemin yaratılmış çatışmacılık ortamında çok sık olarak bir polis operasyonu, aramalar baskınına, bir ülkücü gruplar baskınına uğrardı. Yurtta kalan öğretmen olma adayı kökenli öğrencilerin kayıpları hep çok ağır olurdu. Yaralanmalar, yurdun boşaltılması süreçleri yaşanıp dururdu. Doğal olarak yurdun öne çıkan önder ismi Kaypakkaya’yı savunduğu görüşlerle olmasa da eylemler içindeki duruşlarıyla yakından tanır olmuştuk. Az konuşur, köylü kökenli izlenimi ağır bastığı gibi, savunduğu değerlerin de köy ağırlıklı ideolojilere yatkın, eğitimci yanı da ağır basan yanları bilinirdi. Nerede ise sıraya girmiş gibi, bir Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, bir İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşlarının sokakta kalmaları, TMGT binasında masalarda uyumaları öyküsü yaşanırdı.. Kaypakkaya ve arkadaşlarının uzun soluklu sokakta kalıp TMGT binasında masalar, sandalyeler üzerinde uyumalarının öğretmen dünyasındaki yansımaları, dayanışmaları ilginçti.. Zaman zaman Anadolu’nun farklı merkezlerinden öğretmen adresli, isimli aldığım zarflardan, o zaman için bile kısıntılı sayılacak 10-20 liralık paralar çıkardı. Mektubun içinden köy öğretmeni koşullarında gönderilen bu küçük paraların, günlük simit-çay parası olarak kullanılması için Kaypakkaya’ya teslim edilmesi istenirdi. Duygusal, bir o kadar özverili küçük dayanışmalardan etkilenmediğimi söyleyemem. Sessizce teşekkür edilerek teslim alınması da anlamlıydı. Sonradan çevresinden yazılan kitaplarla, kendisi adına ideolojik analizlerle donanmış görüşlerin yer aldığını yorumsuz aktarmalıyım, Yeterince kaynak okuyamadığım için hakkım olmadığını da düşünüyorum.

ÖLÜMÜNE TANIKLIK

Ama ölümüne ilişkin bir canlı isimsiz tanıklığım oldu ki yok sayma hakkım olmadığını gözeterek sonraki yıllarda yayımlanan belgesel çekimleri de içinde, arkadaşlarının bastığı kitaplara aktarmak üzere paylaştım. Özetlersem kesin tarihi kaydetmemiş olmak suçumun yanında, elbette isim sormaya hiç hakkım yoktu. Gazetenin kapısından her zamanki gibi görüşmek isteyen bir konuğum olduğu bildirilmişti. Duruşundan, dönemin koşulları gereği özel konuşmak isteği ortaya çıkınca, bahçeye geçip bir taşın üzerinde oturduk. Aylarca sorgusu bile yapılmaksızın tutuklu kalmıştı. Bir gün ayakları kangren olduğu için parmakları kesilmiş, kanlı bezlerle sarılı yaralı İbrahim Kaypakkaya yanına getirilmişti. Yine ağır işkence gördüğü için yarı baygın uzatmışlardı. Elinden geldiğince sabaha kadar bakmaya, elindeki kıt olanaklarla yaralarını temizlemeye çalışmıştı.. Sabah yine sorguya alınmış, akşam daha da hırpalanmış geri getirilmişti. Geçen gün sayısından da söz etmedi. Son sorgunun arkasından geri getirilmemişti. Tabii açıklama da yapılmamıştı.. Sabah bir açıklama yapılmaksızın, hâlâ sorguya alınmamış, içeriye girişinin bile kaydı olmaksızın serbast kaldığı duyurulup, cezaevinden bırakılınca can derdi korkusuna düşmüştü. İşkence ve ölümüne tanıklık nedeniyle serbest kaldığını, dışarıda bir biçimde öldürülerek ileride konuşmasının engelleneceğine inanıyordu. Yurtdışına kaçmanın ötesinde bir çözüm üretememişti. Güvenilir tanık olarak bir gazeteciye, bana anlatmak istemiş. Benimle görüştüğü gün içinde yurtdışına çıkışın bir yolunu bulmuştu. Hemen yola çıkacaktı. “Sadece sizi tanık yapmak istedim” dedi ve gitti. Söyleyebilecek bir sözüm yoktu.

12 MART ANAYASASI DEĞİŞİKLİKLERİ MECLİS’TE KABUL EDİLDİ

Gazetenin manşetinden yer verildiği üzere biz de içerik üzerinden kamuoyunun ilk bilgilenme eksikliğine bakarak yorumsuz kupürünü yayımlamakla yetinelim. Sonuçları üzerinden yakın tarihli değerlendirmeleri paylaşmak sonraya kalıyor. Bugünün penceresinden baktığımda, katlanan yasaklarıyla, 12 Eylül Anayasası’nın öncesinden çok daha bilinçli bilgilendirildiğimizin gerçeği ile yüzleşiyorum. Sol toplumsal birikim, örgütlü taban dinamiklerine, bilinçliliğine karşın 12 Mart’ta daha bir gafil avlanmış olabilir mi?