26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 'Ergenekon'dan Çıkış'ı anlattı

Eski Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, kısa süre önce piyasaya çıkan “Ergenekon’dan Çıkış” adlı kitabında, kumpas davalarıyla yaşanan süreci, FETÖ’yle mücadeledeki aksaklıkları, iktidarın tutumunu, kozmik odaya ilişkin gelişmeleri kendi penceresinden anlatıyor.

Barış Doster

Devletin tüm kurumlarını, toplumun tüm kesimlerini, kararlı, tutarlı, yürekli bir özeleştiri vermeye davet eden Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı, FETÖ eliyle asimetrik psikolojik savaş yapıldığını vurguluyor. Açılım süreci ile kumpas davalarının aynı döneme denk geldiğine dikkat çeken Başbuğ, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimini ise Türk milletinin son 200 yıldır yaşadığı en vahim hadise olarak niteliyor. Kumpas davalarında 26 ay hapis yatan 26. Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile son kitabını konuştuk.

FETÖ’nün ele geçirmek istediği en büyük hedefinin, en çok yıpratmak istediği kurumun, en yoğun ve sinsi şekilde örgütlendiği yapının Türk Silahlı Kuvvetleri olduğu görülüyor. FETÖ bunu yaparken, kullandığı en etkili araç, en işlevsel aparat neydi?

Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı asimetrik psikolojik harp uygulandı. Asimetrik psikolojik savaşı yürütenlerin temel amacı, Türk ordusunu dünya orduları arasında özel kılan milli ordu kimliğini, milletin ordusu olma özelliğini, gücünü milletin güveninden ve sevgisinden almasından kaynaklanan niteliğini zedelemekti. Ordu ve millet arasındaki bağı koparmaktı. Ordumuza karşı bu asimetrik psikolojik savaş, öncelikle ve özellikle medya aracılığıyla yürütüldü. Türk Ordusu’nun medyası yok, ama FETÖ’nün kendi medyası vardı. Dahası biz kurum olarak yasalara ve etik değerlere bağlıyken, FETÖ’nün bunlara hiç bağlı kalmadığı biliniyordu.

Stratejik hedefe yönelik

Türk ordusuna karşı yürütülen sinsi mücadelenin medya üzerinden yapılan ilk saldırısı hangi olaydı?

21 Ekim 2007 tarihindeki Dağlıca saldırısı, çok önemli bir kırılma noktasıydı. Bu saldırı, PKK terör örgütünün tek başına yaptığı bir eylem değildi. Taktiksel bir eylem de değildi. Stratejik hedefe yönelikti. O saldırının arkasında ABD yönetiminin olduğunu düşünüyorum. Bu saldırıdan yaklaşık bir ay sonra, 15 Kasım 2007’de, orduya karşı yürütülen asimetrik psikolojik harbin propaganda bülteni olan Taraf gazetesi çıkmaya başladı. Dağlıca saldırısından bir hafta önce de, 15 Ekim 2007 tarihinde, David Phillips’in, açılım sürecine ilham kaynağı olan ünlü raporu açıklanmıştı. Taraf, merkez medyayı, ana akım medyayı da çok fazla etkiliyordu. Yaptığı yalan haberler, attığı manşetler, ertesi gün ana akım medyada kullanılıyordu. Dağlıca ve Aktütün saldırılarında, Balyoz kumpasında yaptığı haberleri, bir gün sonra diğer gazetelerde okuyorduk. Taraf gazetesine gelen yazılar, haberler hep emniyet içinde yuvalanmış FETÖ’cüler tarafından servis ediliyordu.

Halkımız fazla hoşlanmaz

Bu saldırılara karşı siz ne yaptınız? Asimetrik psikolojik harpte, ilk hamleyi yapan, ilk algıyı yaratan, başarılı olur. O dönemde ciddi ve başarılı basın toplantıları yaptık. Bunlar medyada geniş ölçüde yer aldı. Fakat Dağlıca saldırısı öylesine planlı ve stratejik bir hamleydi ki, bizim çabalarımız umulan etkiyi sağlamadı. Maalesef Türk Silahlı Kuvvetleri, bunlara gerekli yanıtları vermede istenen düzeyde başarılı olamadı. Şu da var, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, sebebi ne olursa olsun medyada çok sık yer almasından halkımız fazla hoşlanmaz. 

Dağlıca saldırısının stratejik hedefi neydi?

Stratejik hedef; Türk ordusunun terörle mücadelede başarılı olamadığına, terörü bitiremediğine, o nedenle geriye kalan tek yolun siyasi çözüm olduğuna halkı inandırmaktı. Nitekim o dönemde kamuoyu büyük bir karamsarlığa kapıldı. Siyasi otorite üzerinde de medya vasıtasıyla baskı kuruldu. Öyle bir siyasi ortam oluştu ki, çok farklı kesimler siyasi çözümü savunur hale geldi. Amaç da kamuoyunu David Phillips’in raporundaki çizgiye getirmek, çözüm sürecine ikna etmekti. Çözüm sürecinin önündeki en büyük engel Türk ordusu olarak görüldüğünden, ordunun, güvenlik politikalarının hazırlanmasındaki etkisini azaltmaktı. Zaten 2009’da Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın, “Açılımın altyapısının Dağlıca baskınından sonra yapılan diplomatik çalışmalarla başladığını” söylemesi, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Dağlıca baskınından sonra bir yol ayrımına gelindiğini” açıklaması, stratejik hedefin ne olduğunu ortaya koyuyor.

AKP’nin hedefleriyle örtüşüyordu

Dağlıca saldırısı gerçekleştiğinde AKP iktidarının orduya bakışı nasıldı? AKP, 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde dışarıda siyasi meşruiyetini öncelikle Avrupa Birliği’nde arıyordu. Avrupa Birliği de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin milli güvenlik konularındaki etkisinin azaltılmasını, fikrini söylemesinin önlenmesini istiyordu. Türkiye’deki liberaller ise sürekli askeri vesayet olduğunu söylüyor, bundan yakınıyorlardı. Avrupa’nın ve liberallerin bu tutumu, AKP’nin hedefleriyle örtüşüyordu.

O generallerin tasfiye edilmemesi düşündürücü

Kozmik odanın açılması konusundaki tavrınız çok eleştirildi. “Bugün de olsa aynı şeyi yaparım” dediniz. Bunun sebebi ne?

Benim dönemimde kozmik oda açıldı fakat tek bir belge, tek bir kâğıt parçası bile dışarı çıkarılmadı. Belgelere gözümüz gibi baktık, koruduk. Benim görev sürem bittikten sonra, 16 Mart 2013 tarihinde kozmik oda bir kez daha açıldı. Maalesef o zaman bilgiler verildi, belgeler dışarı çıktı. Bu tamamen yasadışı bir işlemdi.

Dışarı çıkan belgeler arasında en önemlisi ne olabilir?

Savaş halinde, işgal edilen yurt topraklarında, gayri nizami harpte görev yapacak yurttaşların listesi çıktı dışarı. Bu listeler, bir yabancı devletin eline geçmiş olabilir. İktidarı bu konuda çok uyardık. Sonuçta söz konusu yurttaşların görevleri iptal edildi.

Kumpas, tertip davalarında; Cumhuriyetçi askerlere, aydınlara, bilim insanlarına, gazetecilere yapılanlarda FETÖ’nün yanında, iktidarın hiç mi kusuru, sorumluluğu, kabahati yok?“Ben bu davanın savcısıyım” denilen günler, “Ne istediniz de vermedik” şeklindeki itiraflar, FETÖ ve iktidar arasındaki yakınlığı, işbirliğini göstermiyor mu?

AKP - FETÖ ilişkisini 5 safhada ele alıyorum. Birinci safha; 2002 - 2007 arası dönemdir. İktidar, FETÖ’nün bürokrasideki gücünden, Türkiye içindeki ve dışındaki bağlantılarından istifada etmiştir. İlişkiler güçlüdür. O dönemde AKP, orduyla doğrudan çatışmamıştır. Bu işi Avrupa’ya ve liberallere bırakmıştır. İkinci safha; 2007 - 2011 dönemidir. 2007 yılında hem Ergenekon süreci, hem de açılım projesi başlamıştır. Bu dört yıllık dönemde, iktidar ve FETÖ arasında çok sıkı işbirliği vardır. Ordu karşıtı tertipler, komplolar devreye sokulurken, iktidarın olurunun alındığını düşünüyorum.

İplerin koptuğu dönem

Üçüncü safha; 2011 - 2013 dönemidir. FETÖ’nün MİT Müsteşarı’na yönelik hamlesi, iktidarın dershanelere ilişkin kararı bu dönemdedir. O safha, 17 - 25 Aralık operasyonlarıyla sona ermiştir. Dördüncü safha; 17 - 25 Aralık 2013’te başlamış, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle bitmiştir. İki yapının tamamen birbirinden koptuğu dönemdir. Beşinci safha ise darbe girişimiyle başlamıştır ve sürmektedir. Çatışma safhasıdır. Ben dördüncü safhadan itibaren, FETÖ ile mücadelede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yalnız bırakıldığını söylemekle birlikte, hem 17 - 25 Aralık 2013’ün FETÖ ile mücadelede milat olarak kabul edilmesini hem de 2014 ve 2015’te terfi ettirilen general ve amirallerin yüzde 65’inin darbe girişiminden sonra tasfiye edilmiş olmasını çok düşündürücü buluyorum.

Siyasi ayak hâlâ yok

İktidar, 17 - 25 Aralık sürecinde, FETÖ’nün MİT Müsteşarı’na yönelik hamlesine karşı çıktı. Sizin tutuklanmanıza niçin karşı çıkmadı?

Birincisi; Cumhurbaşkanı Erdoğan, MİT Müsteşarı’na yönelik hareketin, asıl hedefinin kendisi olduğunu gördü. O hamleyi engelledi. Bana yapılanı ise öyle görmedi. Oysa bana yönelik hamle de, gerçekte Erdoğan’a yönelikti. İkincisi; FETÖ ile benim yüzümden güç mücadelesine girmeyi, kendisi açısından yararlı görmedi. Üçüncüsü; bana sahip çıkmaya çalışmanın Ergenekon dava sürecine zarar vereceğini düşündü. Dördüncüsü de partisi içindeki tepkilerden çekindi.

Terör örgütüyle pazarlık yaparken, genelkurmay başkanını terörist diye cezaevine koyan bir anlayış, toplumsal bellekte derin izler bırakmadı mı?

FETÖ’nün bu denli güçlenmesinde en başta siyasetin, yargının, silahlı kuvvetlerin, güvenlik bürokrasisinin, üniversitenin, medyanın, aydınların, bulundukları yer ve aldıkları görevle ilgili, az veya çok, ama mutlaka siyasi, idari, hukuki sorumlulukları var. Darbe girişiminden sonra kurumlarda iyi niyetli bir çaba var. Toplumda bu mücadelenin her alanı içermesi gerektiğine ilişkin güçlü ve ortak bir beklenti var. Ama halen siyasi ayak ortada yok. Bu durum, yarın hepimizi üzebilecek yeni gelişmelerin ortaya çıkmasına neden olabilir.

Komploya uğrayanlar Cumhuriyetçi

Ordu bünyesinde FETÖ’nün öncelikli hedefinin Alevi inancına mensup subaylar olduğunu söylediniz. Laik Cumhuriyetin milli ordusunda etnik, mezhepsel kimliklerin kullanılıp, kışkırtılması nasıl mümkün olabilir?

Ordumuz; inancı, mezhebi, etnik kökeni ne olursa olsun, tüm yurttaşlarımızı kucaklar. Milli orduda etnik, dinsel, mezhepsel kimlik düşünülemez, sorgulanamaz. Ehliyet ve liyakat esastır. Ben görev yaptığım sürece, etnik - mezhepsel kimliklerin sorgulandığına şahit olmadım. Bu kimliklerin terfi ve tayinlerde etkili olduğunu görmedim. Fakat FETÖ’nün etkili olduğu dönemde, MİT’ten bize gelen ihbarlarda mezhepsel kimliklerin öne çıkarıldığını gördük. Tertip, kumpas davalarında komploya uğrayanların ortak kimliği mezhep kimliği değil, Cumhuriyetçi kimlikleridir. Bir ülke için etnik ayrımcılıktan daha kötü olanı mezhepsel ayrımcılıktır. Mezhepsel kimliğe dayalı çatışma ihtimali çok daha büyük bir tehlikedir. PKK terör örgütü, ilk eylemini gerçekleştirdiği 1984 yılından bu yana, etnik çatışma çıkarmayı başaramamıştır. Buna karşın, Malatya’da, Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta yaşanan acı olaylarda etnik hassasiyetler fazlasıyla kaşınmıştır.

26 AYLIK HAPİS HAYATI ÇOK ŞEY ÖĞRETTİ

Görevinizle ve o dönemde yaşananlarla ilgili özeleştiri yaptınız mı?

Kendine güvenen insan elbette özeleştiri yapar, yapmalıdır. Görevimle ilgili özeleştiri yaptığım çok konu var. 26 aylık hapis hayatı da hem özeleştiri yapmamı sağladı hem çok şey öğretti. Silivri’de olduğum dönemde ilk kez tanıştığım iki kişiyle, biri Müjdat Gezen, diğeri Lütfü Türkkan, ki bunlardan biri solcu, diğeri sağcı; biri sanatçı diğeri işadamı ve siyasetçi, sonradan çok yakın dost olduk. İkisi de hapis deneyimi olan bu dostlarımın, haksızlığa uğradıkları darbe dönemlerinde, sıkıyönetim dönemlerinde, biz onların ne kadar farkına vardık, onların uğradığı haksızlığı gidermek için ne kadar çalıştık diye sordum kendime. Şu sonucu çıkardım: İnsan, kendisi haksızlığa uğrayınca, dünyada haksızlık olduğunu düşünmemeli. Meseleye siyah ve beyaz olarak bakan insanlar, kendilerini karşı tarafın yerine koyabilmeliler. Bunu başarırsak, ülkemizi düzlüğe çıkarma yönünde önemli bir adım atmış oluruz.