19 Mayıs 1919 üzerinden postmodern Helen saldırısı
Milletlerin geçmişten geleceğe akıp giden tarihsel yolculuklarında çekilen acılar, kazanılar zaferler derin bilinçaltına kaydedilir. Orada, yenilgilerin utancı, zaferlerin onuru bir aradadır. Türklerin derin bilinçaltında 15 Mayıs 1919 utanç ve öfkenin, 19 Mayıs kutsal isyanın ilk adımı olarak kayıtlıdır. Aynı tarihin, suyun öte yakasında nasıl tersyüz edildiğine geçmeden önce biraz tarih diyelim.
cumhuriyet.com.trAv. Hüseyin Özbek
Türkiye Barolar Birliği Başkan Yardımcısı
Türkler, 1. Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıktığına göre, Doğu Sorununun çözümünün önünde engel kalmamıştı. Mondros Mütarekesi ele vurulan ters kelepçeydi. Sevr, kafayı gövdeden ayıracak giyotin olarak düşünülmüştü. Emperyalizme karşı kutsal isyanın ilk adımı 19 Mayıs 1919’da Samsun’da atılacaktır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıyla, bağımsızlık savaşının meşruiyet temeli oluşmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın; “Askerlik onurundan yoksun katiller sürüsü” olarak tanımladığı Yunan ordusunun 9 Eylül 1922’de çıktığı yerden, İzmir’den denize dökülmesiyle zafere ulaşılacaktır.
Komşu bir ülkenin toprağını işgale gelenlerin, karaya ayak bastıkları andan itibaren (15 Mayıs 1919) giriştikleri katliamın ilk günkü bilançosu binlerle ifade edilen sivil can kaybıdır. Her türlü tecavüzün, yağmanın, cinayetin yaşandığı 15 Mayıs Türkler için, milli gururun ayaklar altına alındığı bir utanç ve yas günüdür. Aynı tarih, suyun öte yakasında sonuç alınamamış “Küçük Asya Seferi”dir!
Komşu bir ülkenin sonuçsuz kalan yağması ve yıkımının özeleştirisi yerine inşa edilen mağduriyet ve masumiyet algısı, Yunanistan sınırları içinde bir ölçüde anlaşılabilir. Ama yapılanlar dünya kamuoyu nezdinde Türkiye’ye yönelik postmodern “Küçük Asya Seferi”ne dönüşmüş durumdadır. Yunan parlamentosunun, 19 Mayıs 1919’u “Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabulü (8 Mart 1994) katliama ve kırıma uğrayan mazlum bir halkın, ülkesini işgale gelenlere karşı meşru direnişine yapıştırılmak istenen asrın iftirası olarak okunmalıdır! Yunanistan’ın bu konuda iktidarlara göre değişmeyen devlet politikasına birkaç örnek verelim:
Yakın geçmişin Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyannis: “Yunan devleti, Helenizmin tarihi hatırasının yaşatılarak, Pontusluların trajik soykırımının uluslararası toplum tarafından tanınması ihtiyacını kabul etmektedir. Yunan konunun uluslararası toplum tarafından tanınması için her türlü çabayı sarf ediyor.”
Dönemin Cumhurbaşkanı Papulyas: “Yunanistan’a göç eden Pontuslu Rumlar, kaybedilmiş vatanlarını hafızalarında yaşatıyor. Pontusluların baba topraklarından kovulmalarından bu yana geçen 90 yıl içerisinde göçmenlik fidanıyla aşılanan ulusal ağaç yeni ürünler verdi. Bu süreç içerisinde anavatan topraklarında yaşayan Pontuslular tüm olumsuzluklara rağmen yaralarını sardı ve köklerini koruyup (kaybedilmiş vatanlarının) hatırasını yaşatarak, ulusun yeniden doğuşuna katkıda bulundu.”
Dönemin PASOK lideri Yorgo Papandreu: “Pontus soykırımını uluslararası toplum tanımak zorundadır.”
Dönemin Güney Kıbrıs Rum lideri Tasos Papadopulos: “Pontus Helenizmini kökünden kazıyan, insanlık dışı haksızlık olan Türk yayılmacılığının son safhası Kıbrıs trajedisidir.”
Pontus Cemiyetleri Federasyonu Başkanı Yorgo Parharidis: “Pontus soykırımının uluslararası alanda tanınması gerekmektedir. Pontus Helenizminin soykırımı tarihi olay. Türkiye için en iyisi bunu kabullenmesi. Atalarının yaptığı bir şey için özür dilemek kötü değildir. Bu tarihi bir olay, özür dilenirse tarihimiz teyit olacak. Bu talebimizi Yunan hükümeti nezdinde dile getiriyoruz. Talebimizi Brüksel’de de dile getireceğiz.”
Sözün burasında, Nutuk’u açıp Atatürk’e kulak vermenin zamanıdır. Osmanlı uyruğu kimi Ortodoksların 1908 yılında Samsun’da kurdukları Gizli Pontus Cemiyeti’nin önce Müdafaayı Meşruta’ya, sonrasında Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti’ne dönüştürülerek Batum’dan İnebolu’ya kadar şubeler oluşturduğunu anlattıktan sonra, Kurtuluş Savaşı’nın zor günlerini fırsat bilip, Pontus Devleti kurmak amacıyla başlattıkları silahlı kalkışma için şunları söylemektedir: “Pontus Eşkıyasının kuvveti başlangıçta 6 bin-7 bin silahlı idi. Daha sonra her taraftan katılanlarla 25 bine yaklaştı.Bu kuvvet yeterli küçük birliklere ayrılarak,çeşitli yerlerde barınıyordu. Pontus çetelerinin bütün işleri İslam köylerini yakmak, Müslüman halka karşı akıl ve hayale sığmaz zulümler yapmak, cinayetler işlemek gibi kan içici bir sürünün yaptıklarından başka bir şey değildi.”
Böyle giderse suyun ötesinin bilim ve tarihsel gerçeklik dışı algı inşasıyla kurguladığı postmodern “Küçük Asya Seferi”nin, ikinci Küçük Asya felaketine dönüşmesi kaçınılmazdır. Komşu, Mustafa Kemal Atatürk’ün, savaştan sonra uzattığı dostluk elinin değerin bilmeli, halklara acıdan başka bir şey getirmeyecek çılgın maceralardan kaçınmalıdır. Unutulmamalıdır ki tarihin tekerrür etmek gibi bir huyu vardır.