Kurtuluş kolay olmayacak
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İşletme Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Öner Günçavdı, enflasyonun bir süre daha ülke gündemini işgal edeceğini vurgulayarak, "Ondan kurtulabilmek kolay olmayacak. Enflasyonla mücadele konusunda ‘politikasızlık’ sorunların başında geliyor" dedi. Yurtdışından sermaye girişinin olmaması halinde ülkenin ciddi durgunluğa gireceğini dile getiren Prof. Dr. Öner Günçavdı ile seçim sonrası ekonomiyi konuştuk.
Şehriban Kıraç- Sandıktan çıkan sonuca göre yurttaşı ve ekonomiyi nasıl günler bekliyor? Bir acı reçete bizi bekliyor mu?
Ülke ilginç bir seçim süreci geçirdi. Ancak ortaya çıkan siyasi yapı yukarıda bahsedilen tarz da bir ekonomi yönetimine sahip olma ihtimalini de ortadan kaldırdı. Kısa dönem içinde Türkiye’nin hızlı kaynağa ihtiyacı olacaktır. Önümüzdeki turizm dönemi bu kaynakların bir kısmını sağlayabilir. Ancak sonbahardan itibaren kaynak ihtiyacının daha da görünür bir hale geleceğini beklemek gerekir. Bu süre zarfında kurlardaki baskının da seçim öncesi dönemde olduğu gibi sıkı sürdürülemeyeceğini tahmin etmek zor olamasa gerek. Bu yüzden de enflasyonda geldiğimiz bugünkü düzeylerin üstünde oranlarla karşılaşma ihtimalimiz de artmıştır.
Türk toplumu sahip olduğu refahtan vazgeçmeye ne kadar hazırdır göreceğiz. Zira ekonomik çıkmaz içine girmiş olan Türkiye’nin eninde sonunda bu gidişe dur demesi ve ortaya çıkacak birçok maliyeti de göğüslemesi gerekecektir.
Enflasyon yüksek kalmaya devam edecek
- Son 2 yıldır vatandaşın ana gündemi pahalılık ve yüksek enflasyon. Buradaki tabloyu nasıl görüyorsunuz, yüksek enflasyon ne kadar sürer?
Sanırım enflasyon bir süre daha ülke gündemini işgal edecek. Ondan kurtulabilmek kolay olmayacak. Ancak bu süre zarfında farklı kesimler üzerine yapacağı olumsuz etkileri kontrol edebilmek mümkün olabilir. Zira dünyada da enflasyon önemli yer işgal etmeye devam ediyor. Global düzeyde yaşananlar enflasyonun tüm dünya da bir süre “yapışkan” bir karakter göstereceği izlenimi ediniliyor.
Tüm bunların üstüne bir de ülkemizin kendine özgü sorunları var enflasyon konusunda. Ama en önemli sorun, enflasyonla mücadele konusunda ekonomi yönetiminde kararlılıkla uygulanan bir politikanın olmayışıdır. Dolayısıyla “politikasızlık” sorunların başında geliyor.
İkinci konu ise ölçüm ile ilgili sorunlardır. Gerçi bu sorun neredeyse tüm ekonomik verilerde var ama enflasyon toplumun birçok kesimi bakımından önem arz ettiği ve gelir pazarlıklarına referans oluşturduğu için diğerlerine göre bir başka önemi var. Bugün TÜİK’in ilan ettiği resmi rakamlara maalesef kimse inanmıyor. Dolayısıyla böyle bir mücadelenin başlangıcında, ölçümü yapacak kurma yönelik güvenin hızlıca inşa edilmesi gereklidir.
Bunların ardından bir de enflasyonla mücadeleyi yapacak kurumun öne çıkarılıp, Bankanın bunca zaman maruz kaldığı kredibilite açığının ivedilikle giderilmesi gerekmektedir. Bu mücadelenin muhatabı TCMB’dir. Ona bu mücadelede tanınacak politika bağımsızlığı ise enflasyona karşı yürütülecek mücadelede atılması geren en önemli adım olacaktır. Mevcut siyasi anlayış buna ne derecede imkân verecek bilmek zor. Ama yapılmadığında da enflasyon uzun süre hayatımızda kalıcı olacaktır.
14 Mayısta yapılan seçimlerle aynı zamanda enflasyonla mücadele iradesi gösterme konusunda son derecede samimi bir yönetimin iş başına geleceği fikrine sahibim. Ancak yaşadığımız seçim süreci ve beraberinde iktidarın yaptığı harcamalar ekonomide var olan bozulmaları daha da şiddetli hale getirmiştir. Bu da seçim sonrası dönemde harcamalar bakımından frene basma ihtiyacını doğurmuştur. Zira enflasyona karşı mücadelede kamunun harcamalarının kontrol edebilmesi önemli kriterlerden birdir. Bu yüzden seçim sonrası önemde bütçe harcamalarının önceliklerini tekrar oluşturmak ve mevcut kaynakları oluşturulan bu yeni önceliklere göre harcamak yapılacak işlerin başında gelmektedir.
Enflasyonu düşürme konusunda Millet ittifakı iyimserdi
Anca Millet İttifakının bileşenleri enflasyonla mücadele konusunda iyimserlerdi. Özellikle hazineden sorumlu olacağını iddia eden Bilge Yılmaz’a göre, iki yıl içinde enflasyonun kontrol edilip, düşürülebileceğini söylüyor. Bu konuda neler yapacaklarını ise, gerek İYİP seçim bildirgesinde, gerekse Altılı Masa Mutabakat Metninde detaylı olarak yazmışlardı. İktidar ise, bu konuda herhangi tutarlı politikaya sahip değil. Onun yerine kur geçişkenliğinin enflasyon üzerindeki etkisini kontrol etmek yönünde bir politika uyguluyor. Faizleri arttırmayarak TL’den kaçışları salt döviz satarak, son derecede maliyetli bir yolla kuru kontrol edip, enflasyon üzerindeki etkisini de en aza indirmeye çalışmaktadır. Bunun ise ne kadar sürdürülebileceği şüpheli. Bu politika sonucunda ülkenin döviz rezervleri tükendi. Hatta altın rezervlerinde bile erime ortaya çıktı son zamanlarda. Muhtemelen yeni dönemde bu politikadan geri dönecektir iktidar da.
Ancak enflasyon konusunda ben biraz karamsarım. Zira enflasyon salt teknik bir mesele değil. Aynı zamanda siyasidir de. Siyasi istikrarsızlıkların maliyeti büyük ölçüde enflasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. Önümüzdeki dönemde önemli bir yerel seçimler var. Bu seçimlerin iktidarın enflasyonu düşürmek için uygulayacağı politika seçenekleri konusunda elini bağlayan bir etkisi olacaktır. Buna ek olarak dünya çapında yüksek enflasyonun da bir süre daha sorun olmaya devam edecektir. Böyle bir ortamda enflasyonun hızlı bir şekilde düşürülebileceğine inanmakta zorlanıyorum. Haksızlık etmek de istemem aslında. İktidarın böyle enflasyonu hızlı düşürmek yönünde kamuoyuna açıklanmış bir niyeti de yok. Özellikle 14 Mayıs seçimlerinin ardından girilecek olan ekonomik darboğaz beklentileri bu konudaki beklentilerimizi yeterince karamsar yapmaktadır. Teknik olarak enflasyonu düşürebilmek mümkün olsa da, bunu siyasi maliyetlerinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Enflasyon ekonomik bir sorunmuş gibi görünse de siyasetle olan bağı bugünlerde daha da belirgin hale gelmiştir. Enflasyon düşürülemese bile, kontrol altında tutulması zaruridir. Bu da doğacak maliyetleri birilerinin sırtına yüklemeyi gerekli kılar. Toplumun hangi kesimin bu maliyetleri yüklenmeye rıza göstereceği ise siyasi bir tercihtir. AKP’nin bunca zaman uyguladığı ekonomi politikalarını dikkate alırsak, bu maliyetlerin büyük oranda dar gelirli ve yoksullar tarafından yüklenilme ihtimali yüksektir. Elbette AKP iktidarı bunca zamandır izlediği politikaların yanlış olduğuna inanır ve onlardan radikal bir dönüşe imza atarsa ve doğan maliyetleri yüksek gelir gruplarının sırtına yüklemeye karara verirse, o başka.
Fiyatlar yüksek sviyesini koruyacak
- Enflasyonda kalıcı düşüş için hangi adımlar atılmalı, halkın eriyen alım gücünü bitirmek mümkün mü?
Enflasyon siyaset ile yakından ilişkili. Özellikle kontrol edilirken, siyasi sonuçlar ortaya çıkıyor ister istemez.
Ancak ülkemizdeki enflasyonun teknik manada birçok kaynağı olduğu söylenebilir. Örneğin kur geçişkenliği çok yüksektir ülkemizdeki enflasyonda. Zira üretimimizin ithalata bağımlılığı fazladır. Bunun azaltılası için ülke üretiminin ithalata bağımlılığın büyük ölçüde azaltılması lazım. Bunun ise kısa vadede gerçekleştirilebilmesi mümkün değil. Bu hem “kur geçişkenliğini”, hem de “ithal enflasyonun” etkisini azaltıcı etki yaratacaktır.
Öncelikle belirtmeliyim ki, fiyat istikrarı fiyatların düşmesi anlamına gelmez. Zaten yükselmiş olan fiyatlar bugünkü nominal düzeylerini büyük ölçüde koruyacak. En azından kısa dönemde böyle olacağı beklenebilir. Dolayısıyla satın alma gücündeki düşüşü restore etmenin yegâne yolu gelirler üzerinden ve yeni bir “gelirler politikası” kurgulamakla mümkün olacaktır.
Bazen kaynak sıkıntısına düşen ekonomi yönetimleri satınalma gücündeki bu düşüşleri bir fırsat görüp, hanehalkının tüketim düzeylerindeki yeni düzeyi kabul edip, gelirleri o düzeyde tutmak isterler. Bir bakıma istikrarla birlikte ortaya çıkacak gelir artışlarını hanehalklarına yansıtmayarak, ülkenin tasarruflarına dâhil etmek isterler. Ekonomik istikrar politikaların genel amaçlarından biri budur. Tasarruf açığı bizim gibi ülkelerde önemli bir sorun olduğu için, hazır satınalam gücü de düşmüşken, bunun sağlayacağı, bir bakıma “zorunlu” olarak yapılan tasarrufları ekonomide ihtiyaç duyulan alanlara yönlendirmesi arzulanır.
Elbette böyle bir karar alınırken, “ihtiyaç duyulan alanların” hangilerinin olduğu siyasetçilerin belirleyeceği nitelikte bir karardır. Yani siyasetçi kısa dönemde tasarruf edilebilecek kaynakların toplumun hangi ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltileceğine karar verecektir. Bu da, o siyasi anlayışın tabanının talepleriyle olan ilişkisine bağlıdır. Siyasetçinin yapacağı tercih ise, eldeki kaynakların satınalma gücündeki azalmanın telafisine mi kullanılacağı, yoksa bu kaynakları başka kesimlere yönlendirmek için mi kullanılacağı ile ilgilidir. Bu kritik bir tercihtir ve tüm kamuoyu olarak iktidarın çok kısa süre sonra yapacağı bu tercihi dikkatle izleyeceğiz.
Millet İttifakı bunca bir süredir düşük gelirlilerin satınalma gücünde meydana gelen erozyonu telefi edici politikalar uygulayacağını söylüyor. Bunun kamuoyuna ilan ettikleri mutabakat metnine de koydular zaten. Bundan ayrı Sayın Kılıçdaroğlu da kamuoyuna yönelik bazı videolar yayımlayıp, benzer yöndeki vaatleri tekrarladı. Ancak 14 Mayıs seçimlerinde elde edilen sonuçlara bakılırsa, kamuoyunun böyle bir endişesinin olmadığı anlaşılmıştır. Bu hususta yeni dönemde iktidarın izleyeceği politikaları ve atacağı adımları dikkatle izlemekte yarar var. Özellikle bu politikaların kamuoyu üstündeki etkilerini gözlemleyebilmek ve halkın taleplerini görebilmek bizim gibi iktisatçılar açısından önem arz edecektir.
Ancak şunu da belirtmekte yarar var. Devletin resmi istatistikleri bile emek ve sermaye arasındaki gelir dengesinin son yıllarda ciddi oranda bozulduğu göstermektedir. En son açıklanan gelir dağılımı istatistiklerinde de görüldüğü gibi 2021 yılında sosyal transferlerin yüzde 3,7 oranında azaldığı, aynı dönemde ücret gelirlerinin ise yüzde 0,9 oranında azaldığı görülmüştür. Bu bozulmanın 2022 yılında da devam etmiş olması yüksek bir ihtimal. Bu etkiyi bu verilerin doğası gereği maalesef seneye görebileceğiz.
Öte yandan ülkenin gelir dağılımı bir önceki yıla göre de çok ciddi miktarda bozulmuş durumda. 2020 yılında gelir dağılımı ölçümü Gini katsayısı 0,405’ken, 2021’de bu katsayının 0,415’e çıktığı görülüyor. Yine veri kaynağımız olan TÜİK’e göre, en düşük gelir grubundaki hanehalkları toplan gelirin sadece yüzde 6’sını alabilirken, yüksek gelir düzeyindeki yüzde 20’lik grup yüzde 48 pay alıyor. Bu olağan üstü bir eşitsizliğin göstergesidir. Tüm bu olumsuzluklar acil olarak bir gelirler politikasının gerekliliğine işaret etmektedir. İktidarın, vatandaşın gelirinde ve satınalma güçlerindeki azalmayı telafi etmesi mecburiyet haline gelmiştir. Yapılması gereken fiyatların bugün ulaştığı seviyeyle uyumlu yeni bir gelirler politikası islemektir. Bugünkü siyasi konjonktürde bu yapılabilir mi?
Ancak bu konuda dikkate almamız gereken bir konuya da tekrar dikkat çekmek isterim. Burada bahsettiğimiz öneriler kısa dönem politika uygulamalarıdır. Satınalma güçlerinde erozyonun telafi edilebilmesi ve bu amaçla uygulanan gelirler politikalarının enflasyonist etkiler yaratmaması için orta ve uzun dönemde ekonominin üretim kapasitesini güçlendirici tedbirlerin eş anlı olarak alınmasında yarar var. Bu yapılmadığında bahsi geçen gelirler politikalarının sürekliliği tehlikeye girer ve siyasi olarak amaçlanan refah düzeyinin toplumun büyük kesimleri için temini zorlaşır.
Bu açıklamalarım ardından önümüzdeki dönemde enflasyonla mücadele için gerekli koşullara dikkat çekmek isterim. Enflasyonla mücadelenin kime ve ne kadar maliyet çıkaracağına bağlı olarak bu mücadeleye yön vermek gerekecektir. Kamuoyundaki genel beklenti klasik mücadele araçlarından faiz artışları yoluyla, doğrudan talep üzerinde kısıtlayıcı olmak en azından talep enflasyonunu kontrol etmeye yeteceği yönünde. Peki, mevcut siyasi anlayışla bu yapılabilir mi?
Günümüzde enflasyonun en önemli kaynaklarından biri de “beklentilerdir” ve kamuoyu beklentilerinin kötüleşmesi onların bugün aldıkları iktisadi kararlarda daha muhafazakâr davranmalarına yol açar. Garanti kazançların peşinde satın alma gücünü korumaya çalışırlar. TL dışında başka finansal araçlara yönelirler, TL’nin talebi azalır. Bu bir merkez bankasının görmeyi arzulamayacağı bir durumdur. Zaten amaçları da bu duruma düşmemek için, TL talebini arttıracak güveni oluşturmaya çalışırlar.
Vatandaş ekonomi yönetimine güven duymaz ve bu sebeple TL’den kaçmaya başlarsa, para politikasının etki alanını daralır. Bugün bankacılık sistemimizdeki mevduatın yüzde 50’den fazlası dövizdedir. Bu hiç bir merkez bankasını arzulayacağı bir durum değildir. Ekonomik istikrarı sağlamak için öncelikle para politikasının etki alanının genişletilmesi lazım. Bunun içinde ekonomide TL talebinin artması gerekiyor. Bu sebeple faizler, güvenin son derecede düşük olduğu bir ortamda TL’nin cazibesini arttıracak bir araç olarak düşünülmektedir. TL faizlerinin artması TL’nin dövize göre daha cazip hale getirecek ve talep artacaktır. Bu da merkez bankasının uyguladığı para politikasının etki alanını genişletmiş olacaktır.
Ancak günümüzde beklentilerin yöneterek, faizler arttırılmadan da (ya da istenilen miktarın altında arttırılarak da) TL’nin cazibesi arttırılabilir. Bunun için ekonomi yönetimine ve bu yönetimin bağlı olduğu siyasi çerçeveye güven şarttır. Hatta böyle bir güvenin tesis edilmesi, faiz artışı gibi toplumun özellikle düşük gelirli kesimleri üzerine maliyet yükleyecek bir uygulamaya gerek duyulmadan bile iktisadi bireylerin TL’ye yönelmesi temin edilebilir. Hem de son derecede düşük siyasi maliyetleriyle.
Maliyetli faiz politikasının ekonomiyi istikrara kavuşturmada ve enflasyonla mücadele için elverişli bir ortam oluşturmak için iktisadi bireylerin beklentilerini yönetebilmenin bazı koşulları bulunmaktadır. Bunların başında beklentileri bağlayacağınız birtakım çıpaların oluşturulmasıdır. Bu amaçla Türkiye’nin üç alanda yerli ve yabancı yatırımcıların beklentilerini istikrara kavuşturacak çıpaya ihtiyacı vardır.
Çok ciddi sorunlarla karşı karşıyayız
- Bu çıpaları biraz açabilir misiniz?
Birinci çıpa siyasi istikrar. Kısa dönemde makroiktisadi istikrarın temin edilebilmesi için en çok ihtiyaç duyduğumuz koşul budur. Ekonomi alanında alınacak kararların Parlamentoda oluşacak yeni yapıda, kamuoyunda çok fazla etki yaratmayacak tartışmalar neticesinde alınmasının yararı olacaktır. Bu enflasyonla ciddi olarak mücadele etmeyi kafasına koymuş bir iktidar açısından ciddi bir kararlılık gösterme vesilesidir. Siyasi iradenin uygulanan ekonomik politikanın arkasında olunduğu mesajının hiç şüpheye yol açmadan verilmesi gerekmektedir. Ancak bu konuda yeni yönetimde bir niyet var olabilir mi? Pek emin değilim. Unutmamalı ki, 2001 öncesi uygulanan enflasyonla mücadele politikalarının başarısız olmasının bir nedeni de, o günkü koalisyon ortakları arasındaki uyumun kaybolmasıdır. Bugün için Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunlar o günlerden çok da a ciddidir ve böyle bir uyuma o günlerden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çıpanın yürütülmesi de ekonomi yönetiminin kendisinden ziyade seçilecek olan yeni başkanın göstereceği liderliğe bağlı olacaktır.
İkinci çıpamız uluslararası ortaklarımızla uyumlu ve bir o kadar da istikrarlı uluslararası ilişkiler. Türkiye ekonomisinin kısa dönemdeki en önemli ihtiyacı yabancı sermaye eksikliğini giderebilmektir. İster “sıcak” olsun, ister “soğuk”, her türlü yabancı sermayeye ülkenin ihtiyacı var. Sanırım Türkiye ekonomisinin önümüzdeki dönemde karşılaşacağı en önemli sorun sermaye kısıtıdır. Bu sermayenin, uluslararası normalar çerçevesinde gelebileceği yegâne merkez Batıdır. Uluslararası düzeyde riskleri minimize edici bir dış politikanın uygulanması yabancı sermayenin beklentilerini çıpalamak bakımından önemlidir.
Yabancı yatırımcıların sahip oldukları sermayeyi Türkiye’ye getirmeleri için gerekli koşulların başında elbette ekonomik olarak daha bilinen, onların çok daha aşina oldukları tarzda bir ekonomi yönetiminin ülkede olmasıdır. Kendi risklerini en aza indirebilmek açısından, eylemlerini yorumlamakta sıkıntı çekmeyecekleri, şahsi olmayan bir ekonomi yönetiminin yanında, ait oldukları kendi ülkeleri ile Türkiye’nin ilişkileri de bu sermaye için önem arz edecektir. Böyle bir yapının ülkemizde uzun bir süre daha olmayacağı anlaşılmıştır.
Bunun yanında Türkiye’nin uluslararası camia içinde nasıl bir değer ve tedarik zinciri içinde yer aldığı da önem arz eden bir konudur. Zira ülkelerin uluslararası ilişkilerindeki konumu sadece askeri güvenlik öncelikleri üzerinde kurulamaz. Aynı zamanda ekonomik manada ülkelerin güvenliğini sağlayacak tedarik ve değer zincirlerindeki ülkelerle de istikrarlı ve yapıcı ilişkiler kurmak gerekmektedir. Bu açıdan Türkiye’nin dış ilişkilerinin onun salt askeri güvenlik ihtiyacına hizmet edecek tarzda değil, aynı zamanda ekonomik iddialarını gerçekleştirebileceği ülkelerle iktisadi alanlardaki ilişkilerde de kapsayacak şekilde oluşturulması gerekmektedir. Örneğin 2001 sonrası dönemde Türkiye-AB ilişkileri bunun en güzel örneğini oluşturmuştur. Bugün için böyle bir çıpa yoktur.
Üçüncü çıpamız teknik bir çıpa olup, daha çok TCMB’nin bağımsız olarak belirleyeceği bir çıpadır.
Bu, TCMB’nin siyasetten bağımsız olarak belirleyip, yürüteceği para politikasının kolaylaştırılmasında işlev sahibi olacak ve uygulamanın etkinliğini arttıracaktır. Bu konuda daha önceleri uygulanmış birçok çıpadan bahsedebilmek mümkün. Ama 2001 sonrası uygulanıp, başarılı bir şekilde enflasyonun düşmesinde faydalı olmuş çıpa, enflasyon hedeflemesi olmuştur. Burada önemli olan Merkez Bankasının ilan ettiği hedefin güvenilirliğinin sağlanabilmesidir. Bunun yolu da daha şeffaf, daha hesap verebilir ve siyasi menfaatlerden arınmış bir para politikası yönetimidir. Nihayetinde bu çıpayı Merkez Bankası siyasi olarak değil, teknik olarak belirleyecektir. Ancak ülkemizde son seçimlerin ardından oluşan siyasi yapı içinde böyle bir çıpanın da oluşturulabileceğini düşünmüyorum.
Tüm bunları birlikte değerlendirdiğimizde ihtiyaç duyduğumuz en az üç önemli çıpadan sadece birini sağlayabilecek siyasi koşulların ülkemizde oluştuğunu söyleyebilmek mümkün. O birincisinin de ne kadar ekonomik bir sonuç doğuracak şekilde kullanılacağı şüphelidir.
Yeni bir hukuk anlayışını oluşturmak şart
- Şu anda Türkiye ekonomisinin yaşadığı temel problemler nelerdir, bunları çözmek için hangi adımlar atılabilir?
Bu sorunun son derecede kapsamlı bir cevabı hak ediyor. Anca iktidarlardan ülke ekonomisini çağın gereklerine göre yönlendirmesini ve bu yönde gerekli hukuku, siyasi ve ekonomik altyapı koşullarını oluşturması beklenir. Örneğin adil bir hukuk sisteminin kurulması bu koşulların başında geliyor. Bunun için ülkemizde “yeni bir hukuk anlayışını” oluşturmak gerekiyor. Mevcudun pek işe yaramadığı, gelecekte de yaramayacağı görülüyor.
Buna ek olarak kişisellikten uzaklaştırılmış bir yönetim anlayışına geçişin de şart olduğunu belirtmeliyim. Bunun ekonomik ve siyasi performansa yaptığı tüm olumsuzluklar bir yana, Türkiye gibi bir ülkeye, iki yüzyılı yıla yaklaşan bir demokrasi arayışı içinde olan bir ülkeye pek de yaşayan bir yönetim tarzı değil bugünkü tarzımız. Bir trilyon dolara yaklaşan gayri safi yurtiçi milli hasılaya sahip bir ekonominin şahsa dayalı bir ekonomik yönetimle ilerleyebilmeleri mümkün değildir.
Buna ek olarak ülkemizdeki kurumların karar süreçlerinde etkinliğini arttırmak, bu kapsamda kuvvetler ayrılığını tesis etmek performansı yüksek bir yönetim modeli için zaruridir. Bu bakımdan büyük ölçüde şahsileşmiş yönetim pratiklerinden kurumsallaşmış yönetim uygulamalarına geçmek ve bu bağlamda kurumsallaşmayı güçlendirmek gereklidir. Böyle bir model için elzem olan koşul ise, şeffaf ve hesap verebilir olmaktır. Zaten bu nitelikteki bir yönetim modeli de kuvvetler ayrılığı prensibine dayanarak icra edilebilir.
Kısa dönemde bu temel prensiplerden yola çıkarak ülke yönetiminde alınan kararların etkinliğini arttıracak bu hususlarda değişikliklere gitmek gerekmektedir.
Ülke yönetiminin yönetim prensiplerini belirledikten ve karar verme süreçlerini güçlendirdikten sonra, Türkiye ekonomisinde birçok sorun var çözüm bekleyen. Ancak bu problemlerin çözümü birbirleriyle ilişki. Örneğin gelir dağılımı sorunu AKP’nin 21 yıllın dönemindeki en kötü seviyelere gelmiş durumda. Bunu bağımsız politikalarla çözebilmek mümkün değil. Zira sorunun temelinde görüyoruz ki, büyümesine rağmen bu büyümenin nimetlerini tabana yayamayan bir ekonomi yönetimi var. Bu da büyük ölçüde o büyümenin nasıl elde edildiği ile ilgilidir.
Aynı şekilde enflasyon bugün için acil çözüm bekleyen bir diğer önemli sorunumuz. Enflasyonun uzun süre yüksek seyretmesi ve kronik bir sorun haline gelmesine izin verilmesi var olan gelir dağılımı ve yoksulluk sorunlarının daha da kötüleşmesine yol açacaktır.
Listeyi bu şekilde uzatmak mümkün. Ama dikkatlerde kaçırılmaması gereken bir noktaya özellikle dikkat çekmek isterim. Türkiye ekonomisinde bir türlü bitirilemeyen cari açık sorununun çözümü için de yeni dönemde samimi bir gayret sarf etmek gerekiyor. Öncelikle hizmet ve inşaat çekişli bir büyüme modelinden uzaklaşmış olmak bu konuda yapılması gerekenlerin başında geliyor.
İkinci husus sanayileşmenin ve ülkenin ihraç gelirlerini arttırmayı amaçlayan bir sanayileşmeye girişmek. Ancak bunu konuda seçici olmak ve ülkenin ithalat bağımlılığını azaltıcı bir strateji izlemek yerinde olacaktır. Ancak günümüzde bu konuda gidilebilecek çok alan yok maalesef. Bu yüzden cari dengeyi sağlamak için ithalatı azaltıcı bir sanayileşme tercih edilebilecekken, asıl büyük katkı ihracatta katma değer arttırıcı üretim gerçekleştirebilmektir.
Son olarak belirtmekten yara gördüğüm bir konuda ülkemizin enerji politikasını gözden geçirerek, dışa bağımlılığını azaltmak.
Türkiye Batı'dan sermaye çekmek zorunda
- Seçim öncesindeki dört ayda Hazine 417 milyar TL'lik tarihi açık verirken, arka kapıdan döviz ve altın satışlarıyla da Merkez Bankası rezervleri seferber edildi. Seçim sonrası Merkez Bankası rezervleri ve diğer açıklar nasıl telafi edilebilir?
Bu yeni dönemde beklentimiz Türkiye’nin yabancı sermaye piyasalarıyla entegre olup, sermaye çekmesi beklenmektedir. Seçim öncesi genellikle Orta Doğu, Rusya ve kısmen Çin gibi merkezlerden mali kaynak sağlayan Türkiye’nin batılı sermaye piyasalarından kaynak çekebilmesi önem arz etmektedir. Ancak her iki piyasanın beklentileri birbirinden farklıdır. Doğu menşeili sermaye daha çok devlet kontrolü altında mobilize edilirken, batılı sermayenin daha çok piyasa koşullarına göre ve piyasa katılımcılarının beklentilerine göre gerçekleşmektedir.
Piyasa beklentileri ise, daha ziyade piyasa mekanizmasının işlerliğini tehlikeye sokmayacak birtakım güvencelere gerek duyar. Kişiselleşmemiş bir yönetim pratiği en önemli beklentidir. Ardından hukuk güvencesi ve ekonomi yönetiminde dünya ile koordine olmuş bir yönetimin yer alması bu konudaki diğer beklentilerdir.
Bu temel koşulların sağlanması durumunda Türkiye’nin batılı merkezlerden sermaye çekebilme imkânı vardır. Sermaye girişinin hız kazanması aynı zamanda TL’nin aşırı değer kazanmasını istemeyeceğini umduğumuz TCMB’nin rezerv biriktirmesi için de elverişli bir ortam sağlayacaktır. Zaten kısa dönemde bundan başka çare de yok. Ancak bu sermaye akımlarında bir tıkanıklık yaşanırsa, ülkemizin uluslararası mali kurumların desteğine ihtiyaç duyabilir. En son seçimlerin ardından ortaya çıkan siyasi yapı arzu ediğimiz ölçüde sermayenin batılı kaynaklardan temin edilmesinde sıkıntı çıkaracağa benziyor. Bu günden sonra yaşanacak gelişmeleri tüm ülke olarak ilgi ile izleyeceğimiz kesin. Ama böyle bir sermaye girişinin olmamasının neticesi, ülkemizde ciddi bir durgunluk tehlikesini gündeme getirebilir. Özellikle bu seçim dönemi sırasınca uygulanan politikalar ve verilen vaatlerin finansmanı ayrıca kamu ve genel olarak ekonomi üzerine ciddi bir maliyet yüklemiştir. Bunların finansmanı da dâhil olmak üzere Türkiye’nin dışarıdan sermaye ihtiyacı beklenenden daha fazla olmuştur.