Rüzgarlı ve Ardıçlı Mimas
KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...
İZMİR / CumhuriyetAntik çağda Ege Denizi’nin poyraz rüzgarına adını veren Trakyalı tanrı Boreas (Voryas), kuzeyden, Çanakkale (Dardanelles) boğazından güneye doğru, deli deli esip inmeye başladığında; önce sağ yanında ateş yurdu Limnos (Limni) adasını, ilerleyince Anadolu tarafında kadim Troya’yı, deniz tarafında bağcı Bozcaada’yı (Tenedos) geçer.
Troya savaşlarının öyküsünü, bu toprakların coğrafyasını ve insanlarını, yüce kahramanlarını şiirle anlatan İzmirli büyük ozan Homeros’a saygılarını sunar.
Zeytin ağaçlarının adası Midilli ile ışıklı Anadolu sahili arasında bir nehir gibi uzanan çalkantılı suları aşar.
İzmir körfezi açıklarında, her yönden gelen rüzgarla oynaşmaya başlar.
Yüce kütlesiyle masmavi denize uzanan Karaburun Yarımadası hırçın “Poyraz”ın karşısına dikilir.
İzin vermez serin rüzgarlara daha güneye, Sakız (Khios) adasına, Karia (Muğla-Bodrum) kıyılarına ulaşsın!
***
Batı kültürünün en temel eserleri olan, destansı İliada ve Odysseia’nın yazarı, İ.Ö.7-6.yüzyılda yaşamış, Meles deresi kıyılarına büyümüş İzmirli kör ozan Homeros bu kıyıları iyi tanır.
İki bin yedi yüz yıl önce, İliada eserinde Akha/Helen/Yunanlıların Anadolu’yu işgale giriştiği, bu topraklara yerleşmeye çalıştığı süreçte söylencesel Troya Savaşının bir bölümünü anlatır Homeros.
Odysseia kitabında ise bu savaşın Akhalar/Helenler tarafından kazanılmasının önderlerinden kurnaz Odysseus’un çileli öyküsü dökülür yüzlerce dizeye.
Yunanistan kıyılarına yakın, İtalya yarımadasının güney doğu ucunun karşısındaki İthaka adasında bulunan evine, ailesine dönüşünden, uzun ve yaman yolculuğundan söz edilir.
Deniz tanrısı, baş tanrı Zeus’un kardeşi Poseidon’un kin güttüğü Odysseus, onun engellemeleriyle, bin bir serüvenle zar zor ülkesine ulaşacaktır.
Çağdaş Yunan şairi Konstantin Kavafis’in, “yolun sonuna ulaşmanın” değil, “yolculukta edindiği deneyimin” insana değer kattığını, Odysseus’un öyküsünü andırarak anlattığı muhteşem “İthaka” şiiri Dünya edebiyatının en seçkin eserlerindendir.
Karaburun Yarımadası-Mimas
***
İşte bu Odysseus, gemisinin yelkenlerini şişiren “Poyrazı” arkasına alıp Çanakkale Boğazından, ancak hile ile ele geçirilebilen Troya’dan güney doğru açıldığında, köpüklü İzmir (Smyrna) körfezi ağzında karşısında bir duvar gibi duran Karaburun Yarımadasını bulur.
Homeros, Odysseus’un karşısına çıkan, ona yolunu değiştirtecek ulu yükseltilere “Mimas” der. “Rüzgarlı Mimas”. “İ nemoenta Mimanta”.
Bu, bugün “Bozdağ” ya da “Akdağ” denilen, vahşi yaşamın sere serpe sürdüğü, bodur ardıç ağaçlarının güçlü esintilerle kucaklaştığı dağdır.
“Mimas” ağır bedeniyle rüzgarın önünü keser, gemilerin daha güneye, engebeli Sakız (Khios) adasına gitmesine izin vermez.
Ne yapacaklarını bilemez şaşkın Odysseus ve yoldaşları, Tanrı’dan (muhtemelen Poseidon’dan) bir işaret bekler!
Tanrı onları dinler. Rüzgarın yönünü değiştirir. Belki düşman gördüğü Odysseus’a daha büyük zorluklar çıkarmayı tasarlamaktadır.
Boreas’ı, Poyrazı keser; Euros’u, Doğu Rüzgarını (Keşişlemeyi) salar sular üstüne.
Odysseus sirenlere direniyor
Odysseus’un gemileri yönünü değiştirir. Sakız’ın (Khios) kuzey batı açığındaki sessiz “Psara” adasını sollar.
“Tiz sesler çıkaran” esintilerin eşliğinde batıya, Yunanistan Yarımadasına doğru yol alır.
Anakara kıyılarına yakın, uzun Euboea adasının güney ucundaki Geartus’a ulaşır ve orada bulunan, onlara bu kez iş kesmeyen Poseidon’un tapınağına bir boğa kurban eder.
Ancak, Poseidon Odysseus’a fenalık yapmaktan vaz geçmeyecek, onun başına daha çok işler açacaktır!
****
Antik çağda “Mimas” Dağının adıyla anılan İzmir’in Karaburun yöresi, denize sarkan koca kütlesiyle adını muhtemelen mitolojiden alır. Gizemli, öykülü geçmişten!
Kuzeyden gelen Poyraza göğsünü açtığı, önünü kestiği için Homeros “rüzgarlı Mimas” demiş olmalı buralara.
Gerçekten de Karaburun Yarımadasında rüzgarlar hala püfür püfür eser.
Bugün bile bayırlara yayılan zeytin ağaçlarının meyveleri, zeytin taneleri güzün rüzgarla suyunu kaybeder, dalında olgunlaşır. Bozulmasın diye hiç tuzlamaya gerek kalmadan tane tane yenebilir. Yöre halkı “hurmalık” der bu yemeklik kara zeytine.
Nysa’da (Sultanisar-Aydın) öğrenim gören Amasya doğumlu antik çağ gezgini Strabon da (İ.Ö.64-İ.S.24) Mimas’ı bilir, “Coğrafya” kitabında yazar.
Homeros’tan Strabon’a kadar 700 yıl “Mimas” demiş Egeliler buraya.
Karaburun
***
Helen söylencelerinde “Mimas” bir Dev/Gigant/Titan’dır.
Mitolojiye göre evrene ilk önce Uranus (Gökyüzü) ve oğlu Kronos (Zaman) olmak üzere Devler/Gigantlar/Titanlar egemendi.
Daha sonra Kronos’un (Zaman) oğlu Zeus (İnsanların baş Tanrısı) ve ailesi Devlerle savaşarak onları yendi ve evrene hakim oldu.
İşte Mimas bu Devlerden/Titanlardan biriydi. Uranus (Gökyüzü) ile Gaia’nın (Yeryüzü-Kaya)’nın oğluydu!
Devlerle Zeus soyu Tanrıların bu kıyıcı savaşında, diğer Devler gibi Mimas da Tanrılar tarafından öldürüldü.
Mimas’ın öldürülüşüyle ilgili birçok öykü vardır.
Anlatıların en yaygın olanı, Zeus’un oğlu, iki ayağı topal, tanrıların en çirkini olan ama tanrıların en güzeli Aphrodite ile evli olan Hephaiston’un onu öldürdüğüne dairdir.
Yanardağların, ateşin, demirciliğin, silah yapımcılığının tanrısı olan Hephaistos ateş ocağında dövdüğü demirin erimiş kızgın yığınlarını fırlatarak Mimas’ı öldürür.
Eşi Aphrodite’nin de bir içki kabı üstünde, elinde kılıç kalkanla Mimas’la çarpıştığını ifade eden görüntüler vardır.
Bir başka anlatıda baba Zeus Mimas’ı mızrak gibi fırlattığı yıldırımla küle dönüştürmüştür.
Bir diğerinde ise Hephaiston’un ateş ocağının da üzerinde olduğu Limnos adasını, dev Mimas tutar vuruştuğu savaş tanrısı Ares’e doğru fırlatır.
Ares başını çevirir, bu saldırıdan kurtulur. Attığı mızrak Mimas’ın başına saplanır ama Dev gene de ölmez. Ares’in kız kardeşi zeka tanrıçası Athena, ona bakanı taşa çeviren yılan saçlı Medusa’nın kesik başını kullanarak Mimas’ı taşa çevirir.
Belki de o koca taştır, Karaburun Yarımadasının Mimas Dağı (Bozdağ).
Mitoloji; var olan evreni, dünyayı ve insan ilişkilerini anlamaya çalışan eski insanların, az bilgiye sahip olmasına karşın hayal güçlerinin ne kadar yüksek olduğunu da gösterir bize.
Helen tanrılarının ne kadar “doğa” ile ilgili olduğunu! Hatta insana benzediğini!
“Gigantomahia” da denen “Tanrıların Dev/Gigant/Titanlarla Savaşı”nda dev Mimas’ın, savaş sonunda baş tanrı olacak Zeus’u çok zorladığı anlaşılır. Devlerin en yamanıdır “o”!
İtalya kıyılarına yakın bir adanın dağına gömüldüğü söylendiği gibi antik çağda Mimas olarak adlandırılan Karaburun yöresini oluşturan Bozdağ’ın altına gömüldüğüne inanılır.
Bir daha yeryüzüne çıkamasın diye!
Dev/Titan Mimas’ın ölümüyle Gigantomahia (Tanrılarla Devlerin Savaşı) biter.
İnsanların dünyası başlar.
Bilginler, Güneş sisteminin Jupiter’den (Zeus) sonra ikinci büyük gezegeni olan Saturn’ün (Helence Khronos) aylarından birinin adını Mimas koymuşlar.
Gigantomahia (Bergama’nın Zeus Sunağı frizlerinden-Berlin Müzesi-Hapishanesi)
***
Helen mitolojisindeki “Tanrılarla Devlerin Savaşı” (Gigantomahia) böyle ilginç bir anlatıydı ve o zamanların Ege insanlarının bilincinde köklü bir yer edindi.
Kendisinden güçlüden her zaman çekinir insan. Korkar!
Helenler bu savaşı kulaktan kulağa anlatmakla, kalemden kaleme yazmakla kalmadı, mermerlere, seramik kaplar üzerine de çizerek unutulmaz hale getirdi.
Bunlardan en önemlisi ve muhteşemi Bergama’nın eşsiz Zeus Sunağının dış duvarlarına yerleştirilmiş frizler, heykelimsi kabartmalardır.
Çok ince bir bakışla, benzersiz bir hünerle mermere oyulan kabartmalarda Zeus soyunun Devler/Gigantlar/Titanlarla savaşı gösterilir.
Bu kabartmalarda bütün Olimpos Tanrıları bir tür yaratık olarak ifade edilmiş Devlerle dövüşmektedir. Olimpos, Zeus’un ailesinin yaşadığına inanılan yüksek dağa verilen addır.
O zamanın insanları bu frizlerde baş tanrı Zeus’u, eşi Hera’yı, evlatlarını; Apollon’u, Artemis’i… ve diğerlerini bir arada görür, bu eser bir dinsel kutsallığa dönüşür.
Tabii ki çeşit çeşit görünümde Devler de bu sahnelerde yer alır.
Bergama Kalesi/Pergamon Akropolünde yıllarca insanların inancına hizmet eden bu yapı, muhtemelen İ.S.5-6. yüzyıllarda fanatik Hıristiyanlar ve Arap akıncılar tarafından yıkıldı. Toprağın altında uykuya daldı.
19.yüzyıl sonunda Alman Devleti destekli arkeolog kılıklı soyguncular tarafından Almanya’ya, Berlin’e kaçırılan Zeus Sunağının frizleri de bunlar arasındadır.
Ama, bugün Berlin’de bir Müze/Hapishanede tutulan bu mermer frizlerin arasında, Devlerin en namlısı, Mimas’ın görüntüsü yok.
Onu üzerinde gösteren bir mermer friz, ya heykel düşmanı ilk Hıristiyanlar tarafından yok edildi ya da Berlin Müzesinin, bir hırsız koleksiyoncunun deposunda saklanıyor.
Oysa mitolojik dev Mimas şimdi Karaburun Yarımadasının iri dağının altında!
Ege Denizinin, Karaburun Yarımadasının Mimas kültürü Berlin zindanlarında!
Gigantomahia (Bergama’nın Zeus Sunağı frizlerinden-Berlin Müzesi-Hapishanesi)
***
Helenler/Yunanlılar Batı Anadolu’ya İ.Ö.1200’lü yılların sonunda göçlerle gelmeye başladılar. Üç boy halindeydiler.
Aiol’ler (Eyol); Midilli, Edremit Körfezi’nden Aliağa’ya kadarki kıyı bölgesine, İon’lar; Foça’dan Söke’ye kadar sahile, Dor’lar; daha güneye Rodos-Bodrum çevresine yerleştiler. Yerli halkla kaynaştılar, onlara karıştılar.
Batı Anadolu’nun bu kıyılarına ve karşısındaki Sakız (Khios) adasına gelenler ve yerleşenler Helenlerin İon boyuydu.
Kıyıları bağlık, yamaçları zeytinlik, yüksek yerleri ardıç ağaçlarıyla kaplıydı buraların. Avı boldu. Dalgalı denizi ise hırçındı ama bereketi çoktu.
Küçük karınlı yelkenli teknelerle denizden her yere ulaşmak, ticaret yapmak kolaydı.
Karaburun ülkesine, yüce dağından, onun öyküsünden ötürü Helen çağında “Mimas” deniyordu muhtemelen.
Yarımadanın batısında, Sakız adasının tam karşısında olan Erythrai (Eritre) o zamanlar bölgenin en büyük kentiydi.
Mimas’a (Bozdağ-Akdağ) ve güneyde, Çeşme Yarımadasındaki Korykos (Korika-Karadağ) dağına eşit uzaklıktaydı.
Adını Erythrai’den almış bugünkü “Ildırı” köyü yakınlarındadır. Ya da Ildırı Erythrai’nin yakınına kurulmuş, adını ondan almıştır.
Denizin kenarında ama dik yamaçlı bir tepeciğin üstündeydi Erythrai. Limanı yoktu. Kent kurarken önce güvenlik, yüksekçe bir yer arardı insanlar.
İskelesi bugünün ünlü tatil beldesi Çeşme, Kyssos’tu.
Erythrai’nin az kuzeyinde, Sakız adasına karşı, Mimas dağının batısında, denizin sokuntusuyla konumu liman olmaya çok uygun Eğriliman’da da adı Phonikos olan bir antik kentin var olduğu saptanmış.
Erythrai ve Sakız; Smyrna (İzmir), Ephessos (Efes), Miletos (Milet), Phokia (Foça), Teos (Seferihisar) ile birlikte on iki İon kentinden biri sayılıyordu. Aralarında bir birlik vardı İonların. Eski Helen dilinin bir lehçesini konuşuyorlardı.
Ticarette zengindi ve yarımadanın güzel üzümlerinden yapılmış şarapları revaçtaydı Erythrai’nin.
Helen göçlerinin başlarında (İ.Ö.12.yüzyıl) Pitane’yi (Çandarlı) zapt etmeye gelen akrabaları Aioller, yerlilerin (muhtemelen Luviler’in) şiddetli direnişiyle karşılaşıp geri çekilince, farklı bir boydan, İon olmalarına rağmen Erythraililer yardıma koşmuş, Pitane (Çandarlı) ancak böyle Helenlerin eline geçmişti.
Önce kurtulup sonra esir düşmesi, önce sevinip sonra üzülmesi Pitane’nin (Çandarlı’nın) uzun yıllar “kadersiz” olarak anılmasına neden olmuştu.
Ertyrai ve tiyatrosu kalıntıları
Erythrai aynı zamanda buralı iki kahinle, bilici ile de ünlüydü.
Antik çağda kahinlerin bilmeceli sözler ya da şiirlerle gelecekten haber verdiklerine inanılırdı. Tanrılarla konuşurlardı onlar! Çok saygın kişilerdi.
Erythrai’ye İonların/Helenlerin yerleşmesinin ilk yıllarında kentte yaşayan “Sibyl” (Sibil) adı verilen bir kadın kahin, “Erythrai’li Sibyl” adıyla, yaşadığı dönemden çok çok sonra, Hıristiyanlığın kalıcılaştığı zamanda da unutulmayacak, kutsanacaktı.
“Erytherai’li Kahin”in yüzlerce yıl önce yazdığı söylenen bir şiirin her satırının ilk harfi alt alta okunduğunda (akrostiş); Helen dilinde “Hazreti İsa, Tanrının oğlu, Kurtarıcı, Haç” yazıyordu.
Bu acaip öngörüye Hıristiyanlık dünyasında mucize olarak yıllardır inanıldı/inanılıyor.
Hatta Roma’da, Vatikan’daki Papalık binası içinde bulunan ünlü “Sistine Kilisesi” (Chapel) tavanını; çizdiği “Mahşer Günü, Ademin Doğuşu” gibi insanlığın kültür belleğinde yer edinen muhteşem resimlerle süsleyen, Orta Çağda Rönesans sanatına damga vurmuş büyük ressam ve heykeltraş Michelangelo, 1512 yılında da “Erythrai’li Kahin”in zarif resmini de Sistine Kilisesinin tavanına yapmış, diğer olağanüstü eserler arasına katmıştı.
İnsanlık kültürü ne kadar derin ve sınır tanımıyor!
Michelangelo'nun “Erythrai’li Sibyl” resmi. Vatikan-Sistine Kilisesi tavanından detay
****
Tarih yazarları ve yorumcuları bugünkü Karaburun Yarımadasının kuzeydeki sivri ucunun adının “Melaina” olduğunu bildiriyor.
Küçük Karaburun kentinin bulunduğu yerde antik çağ kayıtlarında sözü edilen “Sidausa” yerleşiminin olduğu tartışılıyor .
Bazı bilgilere göre Bizans döneminde de bu toprakların adı “Stelar” ya da “Stylarius” idi.
Bir başkasına göre de Orta Çağda Akdeniz’de büyük etkinlik sağlayan Cenevizliler (Cenovalılar) “Caleberno” demişler buraya. Daha sonraları Caleberno adı Karaburun’a dönüşmüş.
Mimas’ın Melania burnu
***
Günümüz coğrafyacıları İzmir’in batısında denize doğru uzanan büyük kara parçasını, Urla Yarımadası; onun kuzey kısmını Karaburun, güney kısmını Çeşme Yarımadası olarak adlandırıyor.
Yörede yaşayanlar ise sadece “Yarımada”.
Büyük yarımadanın doğusu Urla kenti kıyısından başlar. Kıyı boyunca bugün turistik tesisler ve kasabalar bulunur.
Urla da tarihöncesi ve yazılı zamandan kalma birçok ize sahiptir.
Çevredeki Erythrai, Sakız adası gibi İ.Ö.1.binyılda Helenlerin İon boyunun yaşadığı on iki kent arasında sayılan Klazomenai (Klazomene) deniz kıyısında bir liman kentiydi.
Bugün Urla’ya İzmir tarafından yakın Güzelbahçe yerleşimi uzun yıllar Klazomenai sözcüğünden bozma “Klizman” olarak adlandırıldı.
Urla’da saptanmış en eski yerleşim Limantepe höyüğüdür.
Arkeolojik kazılar ve bulgular Limantepe’nin geçmişinin İ.Ö.4000’li yıllara hatta Neolitik Çağa (Cilalı Taş Devri) dayandığını, yaşamın Tunç/Bronz çağına kadar sürdüğünü gösterir.
Erythrai ve Mordoğan’da da prehistorik (tarihöncesi) izler vardır.
İon göçmenler muhtemelen Limantepe’yi Akropol olarak kullanarak, eteklerine yerleşmişler, kenti Klazomenai olarak adlandırmışlar.
Zeytinyağ, şarap ticareti yapmışlar, uzak kuzeyden buralara göç eden kuğularla öğünmüşler. Paralarını üzerine kuğu görüntüsü basmışlar.
Klazomenai’nin kuğulu parası. Almanya’ya kaçırılmış sikkenin Berlin Müzesi/Hapishanesindeki kaydı
Yine mitolojiye göre ışığın ve biliciliğin tanrısı Apollon her yıl, Hyperboreas denen çok uzak ve soğuk kuzey ülkelerindeki evinden güneye kuğuların çektiği bir arabayla gelirmiş. Klazomenai kenti adındaki “klazo” sözcüğünün kuğuların çıkardığı sesleri tanımladığı düşünülüyormuş.
Çağdaş arkeolojik kazılarla bu çevrede ortaya çıkarılan, İ.Ö.500’lere tarihlenen tuğladan yapılmış, yanları bezemelerle süslü dikdörtgen mezarlar Anadolu’daki diğer mezar tiplerinden farklıdır, bu çevreye özgüdür.
Bunların bazıları Alman ve İngiliz kaçakçılar tarafından kaçırılmış, şimdi Berlin ve Londra Müzeleri/Hapishanelerindedir.
Klazomenai’nin bezemeli tuğla mezarları. Almanya’ya kaçırılmış mezarın Berlin Müzesi/Hapishanesindeki kaydı
Daha İ.Ö.5.yüzyılda: “Hiçbir şey doğmaz ve yok olmaz. Sadece var olan şeylerin karışması ve ayrılması vardır” diyen, düşünceleri “bugün evreni anlamamıza“ yarayan bulgularla çakışan büyük filozof “Anaksagoras” Klazomenai’lidir.
Bu yüzyılın sonlarında, Atina’ya kadar batıyı işgal eden Persler/İranlılar gelince Klazomenai’liler korunmak için kıyının karşısındaki Karantina adasına kaçmışlar. Anaksagoras da Atina’ya gitmiş.
Bir süre sonra karada, bugünkü Urla yakınlarında, Klazomenai’nin ilk yerinde “Khyton” (Hiton) adı verilen bir kent kurulmuş. Karantina adasında yaşayan Klazomenai’lilerle Khyton’lular arasında uzun yıllar sürtüşmeler yaşanmış.
Büyük İskender İ.Ö.4.yüzyılın sonlarında buraları fethedince Karantina adasını, Klazomenai’yi kıyıya bağlayan bir yol yaptırmış.
Sonra zamanın kollarında, yorgun düşmüş Klazomenai.
Bizans döneminde Bryela (Vruyela- muhtemelen Meryem Ana) adı verilmiş kente. Daha sonra yerli Rumlar arasında, ses değişimleriyle Vourla’ya (Sazlık), Türkler arasında da Urla’ya dönüşmüş isim.
Giorgos Seferis ve Necati Cumalı gibi büyük yazarlar yetişmiş Urla’dan.
Giorgos Seferis ve Necati Cumalı
***
Urla’dan kuzeye, Karaburun Yarımadasının doğu kıyılarına sapıldığında, karşılaşılacak balığı bol Balıklıova’nın eski adı muhtemelen Polikhna’ymış.
Kıyı izlenince, daha kuzeye çıkılınca, bugün mahalle olarak anılan Mordoğan’a varılır.
XVI. yüzyıldaki bazı deniz haritalarında, “Mordoğan”ın adının “Mimas” olarak kayıtlı olduğu bildirilir.
Öyleyse, Homeros çağının Mimas adı bugünkü Karaburun Yarımadasının en canlı yerleşimlerinden Mordoğan’a yakıştırılmış olabilir.
Antik çağda Erythrai yönetimine bağlıymış kent. Mordoğan Mimas ise Eryhrai’deki ölüm cezalılarının buraya ya da Mimas dağına gönderildiği rivayet edilir.
Öyle değilse, Mordoğan’ın “mor”u nerden gelir?
Türkçe “Mordoğan” adının Bizans İmparatorluğunda 10. yüzyıldan sonra kullanılan “Porfyrogennatos” (Porfirogennatos) sözcüğünden kaynaklandığı ileri sürülür.
Bu, Bizans’ta İmparatorların, İmparator olduktan sonra doğan çocuklarına verilen bir unvandı. “Porfyrogennatos"un isminin anlamı ”mor odada doğan”dır. Yani kraliyet sarayındaki bir özel odada, kraliyetin himayesinde doğan. Önce doğanlara göre daha üstün bir soyluluktu bu.
Eski zamanlarda, bir tür kabuklu deniz canlısından, birçok işlemden sonra çok zor elde edilirdi “mor” rengi. En kıymetli renkti. Roma ve Bizans’ta üstünlük ifade ederdi.
“Mordoğan” kasabası (bugün mahalle) adının bir Bizans unvanıyla ilişkilendirilmesi ilginçtir.
Belki de buralara kadar gelen “Porfyrogennatos” sanlı bir Bizanslı soylusu bu güzel beldeyi sevmiş, bu adı vermişti.
Bizans’ta/İstanbul’da Patrik Nikolaos Mistikos, sonra İmparator olacak VII. Konstantinos Porfirogennetos'u vaftiz ediyor. İ.S.945
Bir başka bilgi de yörede 78 çeşit mor çiçeğin var olduğu, bu çiçeklerin rengi dolayısıyla Mordoğan’a bu adın verildiği yönündedir.
Antik çağda adı muhtemelen “Sidausa” olan şimdiki Karaburun kenti Osmanlı zamanında, 1923’e, Cumhuriyete kadar “Ahırlı” olarak anılıyormuş.
Hayvancılığın yaygın olduğu bu yörede muhtemelen büyükbaş hayvanlar için farklı özellikleri olan ahırlar vardı.
Bilgiler birikince anlam da zenginleşiyor.
Ege Denizi’nin içinde, rüzgarların yurdu olan bu topraklar geçmişin en derin izlerini, insanlık kültürünün en eski tohumlarını taşıyor.
Anlaşılan bugünkü Karaburun Yarımadasının batı yönünün en önemli kenti Sakız adası karşısındaki, limanı Kyssos (Çeşme) olan gizemli sözlerin kenti Erythrai (Ildırı) idi.
Bazı görüşlere göre de bugünkü Mordoğan, yarımadanın doğu yönündeki başlıca kent idi ve muhtemelen adı koca dağ, Mimas’la birlikte anılıyordu!
Kesin olan, rüzgarlara göğsünü geren “dağ” Mimas idi.
***
Karaburun Yarımadasındaki bir başka ilginç yer İris Gölü’dür.
Yarımadanın batısında, Ildırı’nın kuzeyindedir. Ulu Mimas’ın eteklerindedir.
Bu bölgenin biricik gölü muhtemelen adını Helen Mitolojisinde yer alan “İris”ten almıştır. Çapkın Zeus’un eşi olan kinci Hera’nın habercisidir İris.
Öyküye göre kocası Zeus’u çok kıskanan Hera İris’i Zeus’u gözetlemesi için Ege Denizine yukardan bakan görkemli Mimas Dağına gönderir.
Mitolojik kanlı Troya savaşına neden olan, Troya Prensi Paris’in güzel Helen’i Yunanistan anakarasından kaçırdığını, Helen’in kocası Menelaus’a haber veren de İris’tir.
Eski bir tanrı ve aynı zamanda rengarenk “Gökkuşağı”nın tanrıçası olan İris’ten, Homer’in İliada’sında "haber taşıyan” olarak söz edilir. Homeros’un diğer eseri Odisseia’da İris yerine habercilik görevi, bir başka tanrı Hermes’tedir.
Karaburun Yarımadasının batı yanındaki çukur alanda toplanan yağmur ve yer üstü sularının oluşturduğu bu göle, muhtemelen tepesinden her yanın gözetlenebildiği Mimas Dağında bulunduğu için İris denmiş antik çağda.
İnsan aklı ve düş gücü her konuma ve duruma bir yakıştırmada bulunmayı seviyor.
Zeus’un eşi tanrıça Hera’nın arkasında haberci İris
***
Helen/Yunan mitolojisinde birçok önemli iz bulunan Karaburun Yarımadasında, 1071’de itibaren, Türklerin buraya gelişiyle Rumlar ve Türkler yüzyıllarca bir arada yaşadılar.
Muhakkak arada zaman zaman sürtüşmeler olmuştur ama; Balkan Savaşında (1912) ve 1.Dünya Savaşı ardından (1919-1922) esen yakıcı politik rüzgarlar sonucu Türkler ve Rumlar, bu uğursuz havayla darmadağın olmuşlar.
1884’de Karaburun Yarımadasının toplam nüfusun içinde Türkler ve Rumlar yarı yarıyaymış. 1908’de Rumların sayısı artarken Türkler azalmış. 1914’de ise Balkan savaşından gelen Müslüman muhacirlerle toplam nüfus çoğalmasına rağmen Rumlar gene çoğunluktaymış.
1914-1918 yılları arasında, 1.Dünya Savaşı sırasında Türklerin tepkisinden korkan Rumlar yarımadayı tümüyle terk etmişler, hemen karşıdaki Sakız adasına göçmüşler. Yarımada nüfusu yarı yarıya azalmış.
1919’da Yunanlıların İzmir’i işgalinden sonra, daha önce Sakız’a gitmiş Rumların hepsi yarımadaya geri dönmüş. Ancak 9 Eylül 1922’de İzmir’in Türk ordusu tarafından kurtuluşundan sonra Rum nüfus yine tamamıyla yöreden ayrılmış. Yarımada ıssızlaşmış.
Karaburun Yarımadasında yaşayan Rumların toplu olarak kaçmaları, geri dönmeleri ve tekrar ayrılmalarının tabii ki sosyolojik ve siyasal nedenleri var.
1821 yılında Osmanlı’ya isyanla başlayan Yunan Bağımsızlık Savaşında, Mareşal Kolokotronis’in de başında olduğu ve başarıya ulaşan baş kaldırıda Yunanlı isyancılar, Mora/Peloponnesos yarımadasında binlerce Türk’ü, çoluk çocuk katletmişti.
Aynı isyancılar Sakız adasına gelip orada da isyan başlatmaya kalkınca Osmanlının tepkisi çok sert olmuş.
1822 yılında adayı kuştan Osmanlı donanması, belki de Mora’daki katliamların da intikamını almak için binlerce adalı Rum’u öldürmüş. Neredeyse adada insan kalmamış.
O zamanın politik atmosferinde, geniş bir alana yayılmış Osmanlı Devleti yavaş yavaş çökerken ve her yerde etnik isyanlar baş gösterirken, birçok parça bağımsızlık isterken ne yazık ki böyle felaketler yaşanmış.
Karaburun Yarımadasında yaşayan Rumlar bu olaylardan etkilenip doğdukları toprakları 1922’de terk edip temelli gitmişler.
Zaten Türkiye ile Yunanistan arasında 1923’te imzalanan “Mübadele Anlaşması”yla geride kalanlar da karşılıklı olarak yurtlarından ayrıldılar.
Bu ortamda Karaburun Yarımadasında Karareis, Eğriliman, Denizgiren, Teke, Kösedere İskelesi, Yenicepınar, Sazak, Manastır ve Yeniliman gibi Rum yerleşimleri terk edilmiş.
Son yıllarda yörenin nüfusu yazlıkçılar ve ikinci evcilerle artmış.
Yarımadanın en büyük yerleşimi, 2022’de 5.433 kişiyle Mordoğandır.
Yarımadanın kuzey batısında terk edilmiş Rum köyü Sazak’ta kalanlar.
***
Anadolu’nun Batıya uzanan en kenar yörelerinde biri olan Karaburun Yarımadası yerel bitki örtüsüyle de farklılıklar taşır.
Özellikle ilkbaharda rengarenk bir halı gibi kaplar her yanı çiçekler.
Daha çok Akdeniz çevresinde yetişen, ilkbaharın müjdecisi, Mayıs ayının hoş kokulu güzel görünümlü çiçeği “nergis”, nerdeyse Karaburun Yarımadasının simgesidir.
Günümüzde turistler bile koşar her yandan onun baharla birlikte doğuşuna.
Nergis
Poyraza açık yerleri seven nergis bitkisi için “rüzgarlı Mimas”ın toprakları tam yeridir.
Mitolojiye yansıyan öyküsüyle de insanlık tarihine mesajlar verir nergis:
“Narkissos” adlı çok yakışıklı bir delikanlı ona aşık olan “Ekho” adlı kıza yüz vermez. Sevda derdinden acı çeken, ağıtları dağlarda yankılanan Ekho eriyip ölür. Bundandır günümüzde de dağlara çarpıp geri gelen seslere “eko” denmesi!
Bu ölüme aldırmaz Narkissos. Tepeleri bayırları gezerken susar, bir su başında durur. Suya yansıyan görüntüsünü görünce ne kadar güzel bir genç adam olduğunu fark eder ve kendi görüntüsüne aşık olur. Kendini seyretmeye doyamaz, su başından ayrılamaz.
O da orada yavaş yavaş tükenir ve ölür. Öldüğü topraktan bir nergis çiçeği çıkar.
Günümüzde de “kendini aşırı beğenme” anlamında kullanılan “narsizim” sözcüğü bu öyküye dayandırılır.
Gerçekten görünümüyle, kokusuyla birlikte ne güzeldir kısa ömürlü nergis çiçeği.
Mimas’ın poyrazını sevdiği için bu yöreyi yurt edinmiş olmalı.
Michaelangelo’nun suda suretine bakan Narkissos resmi
***
Gövdesinden ve dallarından süzülen salgılarla elde edilen “damla sakızı”nı üreten “sakız ağacı” karşıdaki Sakız (Khios) adasının özellikle güneyinde yetişir.
Muhtemelen bundan dolayı Türkler “Sakız” demiş kadim “Khios” adasına.
Bu bodur sakız ağacı ”Karaburun-Urla” yöresinde, son zamanlarda birkaç çiftlikte yapılan denemenler dışında ticari olarak yetiştirilmez.
Karaburun yükseltilerini kaplayan bir başka anılmaya değer bitki “ardıç ağacıdır”.
Çevrede iyi bilinir, tanınır.
Hatta günümüz Mordoğan kasabasının yakınında “Ardıç” adı verilmiş sığ suları olan bir koy vardır.
İlginç bir ağaçtır ardıç.
Göğe doğru upuzun uzanan servi ağacının akrabasıdır ama kurak dağ yamaçlarında çalı biçimindedir. İğne yapraklıdır ve yaz kış yeşildir. Yapraklarını dökmez.
Tohumlarla ürer ama meyvelerindeki tohumlar toprağa düşünce çimlenmez. Tohumunun kabuğu serttir. Tohum toprağa ulaşmaz.
Toprakta boy göstermesi için “ardıç kuşunun” onu yerden alıp yutması, kuşun midesinde tohumun kabuğunun yumuşayıp çatlaması, kuşun dışkısıyla toprağa düşen tohumun toprakla buluşması gerekir.
Meyvesinin birçok hastalığa deva olduğu söylenir. Yapraklarının ve tanesinin kokusu hoştur. Hem kötü kokuları gidermek hem de kutsal yerlerde kullanmak üzere tütsü olarak da değerlendirilir.
Konar göçer Türkmen boyları dağ başlarında onu yoldaş görüp saygı gösterir, dallarına çaputlar bağlayarak dilekte bulunurlardı.
Ardıç ağacı
Ardıç ağacının en ilginç yanlarından biri kuruduğunda gövdesinin ve köklerinin aldığı olağanüstü değişik görünümlerdir.
Bakıldığında ve ayırdına varıldığında ardıç ağacı dalları ve kökleri insanın düş gücünü zorlayan biçimlere bürünür.
Mordoğan’da yaşayan sanatçı Fikret Doğan bunları seçer, tasnif eder, yorumlar ve birer sanat eseri haline getirir.
Fikret Doğan’ın bakışı ve eliyle sanata dönüşmüş ardıç ağacı kökü.
Ne figüratif ne de nonfigüratif olan bu eserler hem salt doğadır hem de insan eli ve algısının ürünü.
Oturup karşısında saatlerce o seyredilebilir. Mimas semalarında düş gezilerine çıkabilir insan.
Odysseus’un gemileri geçer, Erythrai’nin kadın kahini şiirler okur, Michelangelo’nun ruhu dolaşır, dalgalarla, rüzgarlarla birlikte.
Türklerin ve Rumların barış içinde yaşadığı o eski günler sessiz görüntülerdir.
Belki de ardıç ağaçları kıvrıla büküle taşır bu toprakların sırlarını!
Herkesin baktığı nesnede farklı olanı görmek bir yetenek ve kültür işidir.
Yorumlar özgürdür.
***
İşte böyle bir ülkedir Anadolu’nun bu köşesi.
Bir tarih hazinesidir.
Yaşam yönü göstericisidir.
Gizemli bir düş dünyasıdır.
Sarar insanı, bırakmaz.
Ardıç ağacının dalları ve kökleri yayılıyor, Mimas’ın rüzgarı esip duruyor.
(Kaynaklar: https://www.perseus.tufts.edu-Şevket Işık (2012): Karaburun Yarımadası’nın Tarihsel Coğrafyası-Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları- Chisholm, Hugh, ed. (1911). "Clazomenae". Encyclopædia Britannica (11th ed.). Cambridge University Press-Çeşitli internet kanalları)
Sefa Taşkın
10.08.2024
Dikili/İzmir