Güneş ülkesi

KONUK YAZAR | Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...

İZMİR / Cumhuriyet

Gökyüzümüzün egemenidir ateş topu koca güneş.

Işık ve ısıdır.

Güneş olmadan bildiğimiz hayat olmaz tabii ki.

Zeytin ağaçları, selviler, ay çiçekleri, bilumum nebatat (tüm bitkiler) güneşe uzatır başını, kollarını.

Sanki ona ulaşmak ister.

Işık besler yaprakları. Isı erke’dir.

Güneşin kollarındaki doğayla var olur canlılar.

Doğa güneşe göre düzenler zamanı.  

Bunun için eski çağlarda insan aklında “güneş” bir “tanrıdır”.

Sümerlerde “Utu”, Akad ve Asur’da “Şamaş”tır. 

Hititlerde “Arinna’nın Güneş Tanrıçası” dişi, “İştanu” erildir.

Luvilerde “Tiwat”.

Helenlerde “Helios ve Apollon”, Romalılarda “Sol ve Apollo”dur.

Eski Türklerde kutsal bir varlık olarak “Güneş Ana” ve onu yaratan gökyüzü tanrısı “Ülgen” güneşle ilgilidir.

Hitit Güneş Kursu

***

İnsan, var oluşundaki etkisinin bilincinde, güneşe birçok anlam yükler.

Fiziksel her türlü farklılıklara, toplumsal sınıf ayrımlarına rağmen, coğrafi konumu dışında, güneş ışığını herkese eşit gönderir.

Hitit metinlerinde adı geçen “Adaletin Efendisi”dir erkek Güneş Tanrı.

Antlaşmalarda yer alan tanık listelerinin en başında, değişmeden hep Güneş Tanrı yer alır. Her şeyi gören tanrısal güç olarak yeryüzündeki 

hak ve adaleti “O” yönetir.

İnsan da toplum da zaman zaman; güneşin ışınlarını herkese eşit olarak gönderdiği gibi insanlar arasındaki ilişkilerin, toplumsal düzenlemelerin “eşit”, “adaletli” olmasını ister.

Böyle bir eşitlik içinde yaşamak özlemdir.

Bu özlem tarihin derinliklerinde gülümser, kendini hatırlatır.

Yazılarda, anılarda yer bulur.

Sicilya doğumlu Helen yazar Diodoros Sicilus (İ.Ö.90-60) muhtemelen bir Sami/Arap kökenli bir tüccar olan İambulos’un, İ.Ö.160-50 yılları arasında Helen dilinde yazdığı bir romanın varlığını bildirir.

İambulos kitabında, eşitlikçi bir toplumun yaşadığı ütopik/düşsel  «Güneş Adaları»ndan söz eder.

Bir hiciv yazarı olan Samsatlı (Adıyaman) bir Süryani olan Lukianos (İ.Ö.125-180) ise «Bir Gerçek Öykü» adlı yapıtında İambulos’un, anlattıklarının, belki İ.Ö.5.yüzyılda yaşanmış bu olayların yalan olduğunu yazar.

Ancak Lukianos’un kendisi de bu eserinde 50 serüvenci kişinin başından geçen olağan dışı olaylarda, düşsel varlıklardan söz eder. 

Lukianos’un bu kitabı “Güneş ve Eşitlik” ile ilgili ilk yazınsal ütopik ilişki olarak kabul edilir.

Büyük filozof Sokrates’in öğrencisi, yine insanlığa yön veren büyük filozoflardan biri olan Platon/Eflatun (İ.Ö427-347), “Devlet” adlı dev yapıtında “Yöneticiler filozof, filozoflar yönetici olmalı” derken, “Timaeus" ve "Critias" diyaloglarında, denize gömülmüş ütopik/hayali “Atlantis” ülkesinden söz eder.

“Atlantis”in gerçek olup olmadığını, nerede bulunduğunu hala tartışanlar var.

Zaman geçer ama insan için “eşitlik ve adalet” istemi tükenmez.

Ne kadar derin bir arzudur bu!

***

Orta Çağ’da da insanlık ütopyalar peşindedir.

1516 yılında insanlığa, Helen dilinde “Hiçbir yer” anlamına gelen “Utopya” sözcüğünü kazandıran İngiliz bilgin ve Devlet adamı Thomas More, açık açık eşitlikçi toplum isteyen ilk düşünürlerdendir. 

Belki de bu nedenle, siyasi nedenlerle idam edilmişti.

Bu bağlamda bir başka ses İtalya’dan yükselir.

Bir dindar olmakla birlikte özgür düşüncenin ve bilimsel yeniliklerin savunucularından biri olarak kabul edilen Tomasso Campanella (1568-1638) “Güneş Ülkesi” (Civitas Solis= La citta del Sole) adlı eşitlikçi bir ütopyayı anlatan bir kitap yazar. 

Düşüncesini gerçekleştirmek, “Güneş Ülkesi” kurmak için, İspanyol işgalindeki, Güney İtalya’da bir bölge olan Calabria’da  başarısız bir isyan başlatır. 

İlginçtir ki Campenalla’nın Osmanlı Ülkesinde de dostları, belki ülküdaşları vardır.

Başarısızlık durumunda onu kurtarmak için Osmanlı Cigaloğlu Paşa denizde teknesinde onu bekler. Ancak Campanella yakalanır.

Bu aykırı kişilik düşünce ve eylemlerinden dolayı 27 yıl hapis yatar.

Cigaloğlu Paşa ise “Scipione Cicala” adıyla Cenova kökenli (Ceneviz) bir İtalyan ailenin çocuğu olarak Akdeniz’de Osmanlı denizcilerine esir düşmüş, İstanbul’da devşirme olarak eğitilmiş ve Osmanlı Devleti’nde Paşalık düzeyine kadar yükselmiştir.

Kendisine “Yusuf Sinan” adı verilmiş bu ilginç Paşa daha sonraları İstanbul’un “Cağaloğlu” semtine adını verecektir. Cağaloğlu yakın zamana kadar basın yayın etkinliklerinin yoğun olduğu bir yerdir.

Eşitlik arayan bu yüce kişilere ek olarak İngiliz bilim adamı ve politikacı Francis Bacon da 1608’de, bilimsel araştırmaların merkezde olduğu bir toplumu betimlediği “Yeni Atlantis” kitabında ütopik bir devlet tasarlamıştı.

****

Çok değerli düşünürler ve eylem adamları böyle ütopyalar, hayali eşitlikçi ülkeler düşünürken, Batı Anadolu’da yaşanmış bir sarsıcı olay tarihin tozlu yapraklarında unutulmuştur.

İ.Ö.268 ile 133 arasında Batı Anadolu’yu yöneten Pergamon Krallığının son kralı III.Attalos ölünce geride şaibeli bir vasiyetname bırakmış ve 

Pergamon’u, batıda yükselen bir güç ve Devlet olan Roma Cumhuriyetine vasiyet etmişti.

Belki Roma’yla olası bir savaşta güzeller güzeli Pergamon kentinin zarar göreceğini düşünmüştü 

İlginç bir kişilikti III.Attalos.

Pergamon’un muhteşem Kralı, Zeus Sunağının yapımcısı, sanata ve kültüre düşkün, parşömen kağıdını bulduran II.Eumenes’in oğluydu.

Zarif ve çok olgun bir kraliçe olan Orta Anadolu kökenli Stratonike annesi, oğullarını kültür ocaklarında yetiştiren Kyzkos’tan (Erdek’ten) gelin gelme erdemli Apollonis’in torunuydu.

Annesine olan düşkünlüğü nedeniyle “filemetor/annesini seven” lakabıyla anılan III.Attalos Devlet yönetiminden başka her şeyle ilgileniyordu.

Çiçeklerden ve yılanlardan zehir topluyor, bunları kendi vücuduna alarak bedenini aşılıyor, kasıtlı zehirlenmelere karşı koruyordu.

Ancak, çok sevdiği annesinin bronzdan heykelini yaptığı sırada, Pergamon Akropolündeki sarayının bahçesinde, açık havada güneş çarpmasından ölmüştü.

Pergamon’un son Kralı III.Attalos.Berlin Müzesi/ Hapishanesi

***  

III.Attalos’un ölümüyle birlikte bıraktığı vasiyetname Pergamon’u karıştırmıştı.

Kentin zenginleri vasiyeti olumlu karşılarken karşı çıkanlar da çoktu.

Varsıllar Roma’nın onları koruyacağını, yoksullar daha da ezileceklerini düşünüyordu.

Babası II.Eumenes’in Ephesoslu bir şarkıcıdan/fahişeden olma diğer oğlu, III.Attalos’un üvey kardeşi “Aristonikos” bu kararı tanımadı ve kendini III.Eumenes adıyla Pergamon Kralı ilan etti (İ.Ö.133).

Kentin varlıklıları, tepede bir kartal yuvası gibi duran Pergamon’un kapılarını kapattılar, surların arkasına çekildiler. 

Aristonikos’u Kral olarak kabul etmediler. Vasiyetin uygulanmasını, Roma’yı kenti teslim alması için davet ettiler.

Aristonikos ve yandaşları onları yabancıların “işbirlikçi”si ilan etti.

Pergamon’un son kralı III.Attalos ülkeyi Roma’ya vasiyet etmişti ama İtalya’da da durum karışıktı.

Roma sadece soyluların/aristokratların (Patrici) oy kullandığı bir seçimle belirlenen temsilcilerin oluşturduğu yasa yapıcı “Senato” ile yönetilen bir Cumhuriyetti.

“Halka ait” anlamına gelen Latince “Res Publica” tanımı, çağımızda Batı ülkelerinde “Cumhuriyet” sözcüğünü karşılayan “Republik” sözcüğü olarak kullanılıyor.

Roma Devletinin yürütme organı, Senato’dan iki yıllığına seçilen iki Konsül’den, Senatörden oluşuyordu.

İki yöneticinin başta olmasıyla gücün bir elde toplanmasının yol açabileceği zararların önlenebileceği düşünülmüş olmalıydı.

Ancak bu uygulama zaman zaman iki Konsül arasından güç kavgasına da yol açıyordu.

Tüccarların, dükkan sahiplerinin, çiftçilerin oluşturduğu “Pleb” denilen bir alttaki orta sınıfın bu Senato’ya girme hakkı yoktu.

Onların da devlet yönetiminde söz söyleme ortamını sağlamak için bir ikinci meclis, “Halk Tribünü” kurulmuştu. Bunların üyeleri Plebler/Orta Sınıf içinden seçimle belirlenirdi.

İki toplumsal sınıfın çıkarları doğal olarak çatışır, sık sık sorun çıkardı.

Daha sonraları, seçilmiş Tribünlere de Baş yönetici/Konsül olma hakkı verildi.

 Bu orta sınıfın altında, Kölelikten azat edilmiş, belirli ölçüde mülkiyet hakkı olan ancak siyasal hiçbir hakkı olmayan bir topluluk vardı.

En altta da boğaz tokluğuna çalıştırılan, hizmet etmekten başka hiçbir hakkı olmayan köleler: Alınır, satılır, sahipleri tarafından öldürülebilirlerdi. 

O dönemde Roma dışında da bazı küçük yerlerde de Roma Cumhuriyetine benzer yönetimler vardı ama Roma’nınki kadar geniş bir coğrafyaya hitap eden, yasalarla sıkı sıkıya belirlenmiş bir sistem yoktu. 

Pergamon’da olduğu gibi yönetimlerin bazı organları benzerlik taşısa da ülkeler çoğunlukla Kraliyetler tarafından yönetiliyordu.

Roma’da zincirli Köleler

***

Pergamon Kralı III.Attalos’un öldüğü, üvey kardeşi Aristonikos’un baş kaldırdığı İ.Ö.133 yılında, mirası alacak Roma Cumhuriyeti’nde de kriz çıkmıştı.

Senato artan savaşlar nedeniyle çoğalan devlet giderlerini karşılamak için çiftçilere yükleniyordu: Vergiler arttırılıyor, ödemeleri için baskı yapılıyordu.

Aristokrat sınıf (Patriciler) ile tüccarların ve çiftçilerin oluşturduğu alt sınıf (Plebler) arasındaki gelir eşitsizliği gittikçe büyüyor, özellikle çiftçiler iyice yoksullaşıyordu.

Köleler is zaten varsılların refahı için kurbandı!

Bu yıllarda varlıklı bir Pleb/Orta Sınıf aileden gelen Tiberius Gracchus (İ.Ö. 162-133) Halk Tribününe seçilmiş, sıkıntıdaki çiftçilerin hakkını savunmaya girişmişti.

Kardeşi Gaius Gracchus (İ.Ö.163-121) da onunla birlikteydi.

Anneleri Cornelia tarafından çok iyi yetiştirilmiş bu iki bilge önder mağdurların hakkını arıyordu…

Cornelia da Afrika’da, Kartaca’da ünlü yenilmez komutan Hannibal’i yenmiş Scipio Africanus’un kızıydı.

Gençliğinde ordu da bulunan Tiberius Gracchus savaştan dönen asker çiftçilerin toprakların kaybettiklerini, ölenlerin topraklarına aristokratların/zenginlerin el koyduğunu tanık olmuş bunu düzletmek için Senato’ya bir toprak reformu yasası sunmuştu.

Aristokratların yasa ve ahlak dışı bir şekilde el koyduğu Devlet topraklarını ve köylü mülkiyetlerini çiftçilere dağıtılmasını öneriyordu Tiberius.

Bu yasa tabii ki büyük toprak sahipleri ve zenginler tarafından tepkiyle karşılandı.

Birçok ailenin çıkarlarına çomak sokan Tiberius bu görüşünü halkla da paylaşıyordu.

Bu sırada, İ.Ö.133’de Pergamon’dan “vasiyet” haberi geldi.

Tam da zamanında, Roma’da paraya çok ihtiyaç duyulduğu günlerde III.Attalos bütün ülkesini, Pergamon’u Roma Cumhuriyetine bırakmıştı.

Tiberius Gracchus Pergamon’da gelecek hazineyi Roma’daki toprak reformlarının finanse edilmesi için kullanmayı önerdi. 

Ne çok parası varmış Pergamon’un!

Bu öneri, özellikle Roma aristokrasisi ve Senato içinde büyük bir tartışmaya yol açtı.

Senato, Pergamon hazinesini reformların gerçekleşmesine tahsis etmek yerine, bu zenginlik üzerinde denetimi elinde tutmayı, kendi istediği gibi harcamayı kararlaştırdı. Tiberius’u dinlemedi.

Ortaya çıkan gerginlikte Tiberius Gracchus aristokratlar tarafından öldürüldü. Cesedi Roma içinden geçen Tiber nehrine atıldı (İ.Ö.133).

Aynı yönde davranışlarda bulunan kardeşi Gaius Gracchus da daha sonra, İ.Ö.121’de öldürülecekti.

Gracchus kardeşler

***

Doğaldır ki halktan yana davranışlarda Gracchus kardeşlerin birçok taraftarı olmuştu.

Bunların en önemlilerinden biri Gaius Blossius’tur.

Bugünkü Napoli yakınlarındaki Cumae kentinde doğmuştu Blossius.

Cumae adını Batı Anadolu’da, Aliağa yakınlarındaki, okunuşları aynı olan Kyme’den almış olmalıdır.

Tarihin o eski günlerinde Anadolu kıyılarından İtalya kıyılarına göçler olduğu, orada yeni kentler kurdukları biliniyor.

Tiberius Gracchus’un yakın destekçilerinden biri olan Cumae’li Blossius, reform hareketinin entelektüel liderlerinden biri ve dönemin siyasal çatışmalarında önemli bir kişiydi.

Blossius, “Stoacı” felsefeye bağlı bir düşünürdü. 

Kıbrıslı Zenon tarafından (İ.Ö.334-262) ortaya atılan Stoacılık (Sundurma) düşüncesi doğaya uygun yaşamayı, akla uygun davranmayı, dünya yurttaşlığını öneren bir öğretiydi.

“Stoa”, yapıların önüne yağmurdan korunmak için yapılmış “Sundurma” demekti ve Zenon’un düşüncelerini paylaşan öğrenciler konuları sundurmaların altında tartıştıkları için bu düşünce akımına uyanlara “Stoacı” deniyordu.

Gaius Blossius olaylara böyle yaklaşmayı Atina’da, Tarsuslu “Stoacı” filozof Antipater’in öğrenmişti.

Retorikçi, güzel söz söyleme sanatı ustası olan arkadaşı Diophanes’le birlikte Gracchus kardeşlerini yanında durmuştu.

Toprak reformu çabalarında Tiberius’a yardımcı olan, danışmanlık yapan Blossius Tiberius’un öldürülmesinden sonra egemenler tarafından sorgulandı.

Tiberius’a yakınlığını, bağlılığını saklamayan Blosius’a Roma Senatosunda soruldu:

"Eğer Tiberius sana tapınağı yakmanı emretseydi, bunu yapar mıydın?"

Blossius, bu soruya Gracchus’a duyduğu bağlılığı ifade ederek cevap verdi:

"Tiberius, halkın iyiliğine aykırı bir şey emretmezdi."

Böyle bir kişilik olan Blossius üzerine artan baskılar, öldürülme tehdidi karşısında Roma’yı terk etti. 

Yeni bir isyanın boy gösterdiği Anadolu’ya doğru yola çıktı.

Tiberius Gracchus halka hitap ediyor

***

Blossius’un geldiği yer toplumun kazandaki su gibi kaynayan Pergamon’du.

Pergamonlu Prens Aristonikos, kendini III.Eumenes adıyla Kral ilan etmiş, ülkesini Romalılara bırakan üvey kardeşi Kral III.Attalos’un arkasında duran, vasiyetini savunan Pergamon aristokratlarına karşı taraftarlarıyla birlikte bayrak açmıştı.

Pergamon Kalesinin dışındaki halk ve kölelerin sevdiği bir kişiydi Aristonikos.

Roma’dan gelen Blossius’tan İtalya’da olan biteni dinledi.

Ezilenlerin çığlıklarını, onları savunan Tiberius Gracchus’ın düşüncelerini ve öldürülüşünü duydu.

Roma’daki varlıklı kişiler gibi Pergamon’dakiler de zenginliklerini paylaşmak istemiyor, yoksullara zırnık bile vermek istemiyordu.

Bu servetin kaynağı kölelerin, çalışanların emeğiydi.

Nerde ne kadar çok zengin varsa orda o kadar çok köle vardı.

Sistemin çarkları kölelerin ve dar gelirli çiftçilerin emeği üzerinde dönüyordu.

Aç kalan köleler hasta oluyor, ölüyordu zaten. Özgürlük hayaldi.

Kaçmamaları için her önlem alınıyordu.

Roma’da bir köle sahibinin, hanesinden kaçtığında kolay yakalanması için kölesinin demirden yapılmış boyun bağına: «Ben Kaçtım. Beni Yakalayın. Efendim Zoninus beni ona götürdüğünüzde size bir altın para verecektir”, yazan bir ibare kazıtmıştı.

Bu insanlık dışı tutma karşı köleler özgürlük istiyordu.

Roma’da bir kölenin boyun bağı

***

Akdeniz’i aşıp Pergamon’un Kaikos/Bakırçay Ovasına ulaşan Blossius Aritonikos’la tanıştı. Ona yardıma gelmişti. Roma’daki deneyimlerini aktarmak istiyordu.

Huzursuzluk artıyor, isyan ateşi bölgeyi sarmak üzereydi.

Kendisi de hem çok iyi yetişmiş bir asker ve entelektüel olan Aristonikos Blossius’la çok kolay anlaştı.

Roma Devletini ve Pergamon’un zengin aristokratlarını yenmeliydiler.

Vatandan öyle kolay vaz geçilemezdi! 

Pergamon zenginlerinin, kırsalda önemli bir güç toplayan Aristonikos’u, Roma’da Tiberius’u olduğu gibi bir yerde kıstırıp öldürmeleri öyle kolay değildi.

Bu nedenle isyan daha geniş toplumsal kesimleri kapsamalı, bu baş kaldırı yalnız  Kraliyeti ele geçirme savaşı olmamalı, başı darda olan kölelerin ve çiftçilerin zaferiyle sonuçlanmalıydı.

Özgürlük ve eşitlik getirmeliydi.

Blosius ve Aristonikos geniş kitlelere ulaşmıştı artık

“Aynı güneş altında yaşıyoruz, neden aynı ekmeği yemiyoruz», deyişi dilden dile dolaşıyor, bir amaç haline dönüşüyordu.

Teori netti.

Pergamon kenti herkesin eşit olduğu bir Heliopolis=Güneş Ülkesi, yurttaşları Heliopolitai=Güneş Yurttaşları olacaktı. 

Çok naif ama umut veren bir söylemdi bu. Kolay anlaşılıyordu.

Güneş ışınlarını herkese eşit gönderiyordu. 

Aristonikos ve Blossius’un kuramı kölelerin ve yoksulların katılımının artışıyla şekilleniyordu.

Direniş Cephesi genişliyordu.

…ve Pergamon’da köleler, halk ayaklandı.

***

Bu, Dünya’daki ilk eşitlikçi bir kurama dayanan bir ayaklanmaydı. “Düş olmadan iş olmuyordu…”

Başkaldırı hızla yayıldı.

Tabii ki köleler ve kır yoksulları aristokratlardan daha çoktu!

Komşu kentler Leukai (Çiğli-menemen), Phokai (Foça), Kyme (Aliağa), Mitilini (Midilli) Aristonikos’un yanında, Smyrna (İzmir) ve Ephesos (Efes) karşısında yer aldı.

Karşısında yer alanlar kendi güçlerini, varlıklarını kaybetme endişesi taşıyan kentlerini efendileriydi.

Kyme açıklarında Ephesoslular yaptığı savaşı kaybetmesine rağmen Aristonikos; Samos (Sisam), Myndos (Bodrum yarımadasında), Kolophon’u (Değirmendere-Menderes-İzmir) ele geçirmeyi başardı. Thyatira (Akhisar) egemenlerini yendi, kenti zapt etti.  

Ancak o sarp ve büyük kaya kütlesi üzerine oturmuş Pergamon Kalesini alıp kente giremedi.

Bu arada Pergamon’un zengin bir kent olduğunu, miras yoluyla sahip olunacak Krallığın yayıldığı Batı Anadolu topraklarının verimliliğini bilen Roma’nın iştahı kabarmıştı.

Ona altın tabak içinde sunulan malına sahip çıkmalıydı.

Buna engel olacak bu isyan bastırılmalıydı.

Üstelik Pergamon’u elde tutmak Roma’nın gizemli doğunun kapısını da açabilirdi. 

Bunun için Roma, hem yüksek bir din görevlisi hem bir general olan Konsül “Publius L. Crassus Mucianus”u kölelerin isyanını bastırmak üzere Anadolu’ya gönderdi.

Aristonikos’un “Güneş Ülkesi”nde yaşamak, “Güneş Yurttaşı” olmak isteyen köle ordusuyla “Mucianus’un sömürgeci Roma ordusu İzmir İli, Çiğli İlçesi, Çamaltı Tuzlası, Üç Tepeler çevresinde, “Leukai”de karşılaştı.

Yaman bir savaş oldu. 

Köleler Roma Ordusunu perişan etti.  (İ.Ö.131)

Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktu çünkü. 

Roma ordusunu komutanı, Roma’nın’nın en zenginlerinden P.L.Crassus Mucianus Kölelerin eline esir düştü.

Aristonikos, Blossius ve taraftarları büyük sevinç içindeydi.

Koca güçlü Roma’yı yenmişlerdi. 

Pergamon topraklarını “Güneş Ülkesi” yapmak için “Leukai”den Pergamon’a yürüyüşe geçtiler.

Merkeze başarılarını gösterecekler, kentin teslim olmasının isteyeceklerdi.

Romalı koca komutan P.L.Crassus Mucianus da kölelerle birlikte yürüyemeye zorlandı.

Bundan büyük ceza olur mu hiç bu soylu, zengin generale?

Roma saraylarında aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyip gene de doymayanlara!

Yıllarca köleleri hayvan gibi kullanmış Mucianus bu durumu onuruna yediremedi.

Binlerce kölesi olan bir soylu için kölelere yenilmek, esir düşmek kadar utanç verici bir şey olur mu? 

Smyrna-Pergamon (İzmir-Bergama) yolu üzerindeki, Gryneon (Şakran) yakınlarındaki Çaltıdere’ye geldiklerinde Romalı Komutan ona gözetmenlik yapan köle askerlere hakaretler etti, aşağıladı, onları bilerek kızdırdı.

Ölmek, öldürülmek istedi!

İsyancı köleler de dayanamadı, Crassus Mucinius’u oracıkta kılıçlayarak yaşamına son verdi.

***

Zafer: İsyan ordusu büyük coşku içindeydi.

Kolay mı?

“Güneş Ülkesi” kurmanın, “Güneş Yurttaşı” olmanın eşiğine kadar gelmişlerdir.

Ne güzel şeydi eşitlik, adalet, özgürlük!

Köleler ve yoksullar Pergamon Kalesi önünde zaferlerini haykırdılar ama kapılar yüzlerine hala kapalıydı. Kente yine sokulmadılar.

Varlıklı daha varlıklı olmak ister, varlığından vaz geçmek değil!

Bu zaferle, Aristonikos ve isyancılar büyük bir zafer sarhoşluğuna girdiler.

Belki daha deneyimli Blossius onları uyarmıştı ama iş daha bitmemişti.

Bu kısa aralıkta yaşanan özgürlüğün tadı önlemsizlik de içeriyordu.

Deniz ötesinde Roma boş durmuyordu elbet.

Roma’da yeni bir ordu oluşturuldu ve başına deneyimli bir komutan olan Marcus Perperna getirildi.

Perperna, aslen Kuzey Suriyeli Eunus’un Sicilya’da başlattığı köle isyanını bastırmış, onu adanın ortasındaki yüksek platoya kurulmuş  Enna’da yakalamıştı. (İ.Ö.135-130).

Eunus Sicilya’da zengin bir Romalının hizmetinde olan bir köle olmaktan bir isyan önderliğine sıçramıştı.

Aristonikos heykeli-Bergama-Akropol yolu

***

Aristonikos ayaklanmasını bastırmaya atanan Marcus Perperna “Etrüsk” kökenli bir Roma Konsülüydü. 

Etrüskler, eski çağlarda Batı Anadolu’dan İtalya’nın Toscana bölgesine göç ettiği düşünülen, Roma Devletinin kurulmasından önce o bölgeye egemen olan, zamanla Romalılar içinde eriyen, dilleri, kültürleri farklı ama Romalıları çok etkide bulunan bir halktı.

Perperna Roma içindeki son Etrüsk kökenlilerdendi.

Ailesinin adının Bergama-Kozak yaylasından bulunan Perperene antik kenti adıyla benzeşmesi ilginçtir.

Bergama-Kozak Yaylası-Perperene ören yeri - Foto: Mehmet Gülümser

***

Romalı Komutan Perperna ile Aristonikos ve ordusu Pergamon yakınlarında Kaikos/Bakırçay kıyısında, Kırkağaç (Manisa) Ovasında karşılaştı.

Çok şiddetli bir çarpışma oldu.

Güçlü Roma ordusu Aristonikos ve kölelere üstün geldi.

Aristonikos yakındaki Stratonikea’ya sığındı.

Ne rastlantıdır ki çok verimli ovanın kenarındaki bir tepe üzerindeki kent; Aristonikos’un babası II.Eumenes’in kraliçesi, üvey kardeşi III.Attalos’un annesi Stratonikea adına kurduğu bir kentti.

Aristonikos ve yoldaşlarının çekildiği kent Perperna tarafından kuşatıldı.

Kuş uçurtulmadı çevrede!

Aç kalan isyancılar sonunda teslim oldu.

Aristonikos tutsak düştü. 

Demir bir kafesin İçine koyuldu, Roma’ya götürüldü. Ve orada bir hapishanede boğularak öldürüldü. 

Yoldaşı Blossius da Pergamon Kalesi önünde intihar etti. (İ.Ö.129)

Toplumsal gelişim akışında oluşturdukları kuram/teorinin o gün için uygulanma olanağı yoktu.

Ancak bir anlatıya göre bu zafer Perperna’ya da yar olmadı. Roma ’ya geri dönüş yolunda hastalandı, öldü. Başka bir bilgiye göre de geri dönüşünde Roma’da büyük bir zafer töreniyle karşılandı.

Ve böylece Pergamon Roma’nın eline geçmiş oldu.

Stratonikea-Siledik köyü-Gelenbe-Kırıkağaç-Manisa

***

Köle ayaklanmaları Pergamon ayaklanması gibi insanlık tarihinde derin izler bıraktı.

Aristonikos’dan önce de köle ayaklanmaları vardı sonra da.

En ünlüsü Aristonikos’tan 70 yıl sonra Roma’da Spartacus öncülüğünde gladyatörler ve kölelerin ayaklanmasıydı.

Romalı General Marcus Crassus da Sparatacus’ün gladyatörlerini yenmiş, Spartacus de muhtemelen savaşta öldürülmüştü (İ.Ö.73-71)

Başkaldırıyı bastıran Marcus Crassus binlerce isyancıyı, diğer kölelere ibret olması amacıyla Roma yolunda çarmıha gerdi.

Spartacus’un isyancı köleleri dünya kültüründe yaygın bir şekilde yer etti.

Almanya’da adından esinlenerek kurulan devrimci “Spartakist Birliği”nin önderi Rosa Luxemburg 1919’da Berlin’de katledildi. Cesedi bir su kanalına atıldı.

***

Böylesine sancılı süreçlerden geçen insanlık tarihinde Pergamon’da yaşanan Aristonikos ayaklanması insanlığın eşitlik ve adalet  özlemlerine yönelik yeni bir pencere açacaktır.

Öncesinde ve sonrasından birçok köle ayaklanması olmuştur ama  Aristonikos ve Blossius’un  önderlik ettiği başkaldırı  tarihte ilk, bir kurama/teoriye dayalı toplumsal ayaklanmadır. (i.ö.133-129)

Saray iktidarı kavgasını aşmış, salt günlük çıkarlardan öte bir kuram oluşturmuş ve bunu gerçekleştirmek için eyleme geçmiştir. 

Ve sonuç olarak denilebilir ki, geçmişi öğrenmeden ve anlamadan, bugünü kurmak, yarını tasarlamak olanaklı değildir…

Evet, bu soylu topraklarda hayat devam ediyor, zaman akıp gidiyor…

“Eşitlik ve adalet” istemleri hiç bitmiyor.

“Güneş Ülkesi” ve “Güneş İnsanları”. Belki bir gün!

Sefa Taşkın

13.12.2024

Bergama-Karşıyaka/İzmir