Atatürk ve at sevgisi

KONUK YAZAR | Atatürk Araştırmacısı Ahmet Gürel, Cumhuriyet Ege için yazdı...

İZMİR / Cumhuriyet

Yıl 1918, Osmanlı Devleti’nin sonu gelmek üzere olan o karanlık günlerde Mustafa Kemal Paşa, Halep’te bulunuyor ve İstanbul’a gidecek parası yok bile yok. Tek varlığı zamanla edindiği, yetiştirdiği atlar ve kısraklardı. Tek çare bunları satmaktı. O denli sevdiği bu atlardan ayrılmak da güç geliyor ona. Ama satacak, para edecek başka hiçbir şeye sahip değildi.

Ömür boyu yaverliğini yaptığı Salih Bozok’a: 

“Salih, bu atlardan birkaçını satıp da İstanbul’a gidebilirim” dedi. Salih Bey atları satma görevini üstleniyor, fakat tek bir alıcı bulamayacaktı. Subayların hiçbirinin durumu Mustafa Kemal Paşa’dan iyi değildi.    

Halep’in hali vakti yerinde olan zenginlerin çoğu at meraklısıydı ama atları alsalar, seferberlik var, ülke savaşta ve ordu tüm hayvanlara el koyuyordu. Mustafa Kemal Paşa, tam bir çıkmaz ve çaresizlik içindeydi.

İşte tam da bu günlerde, 4. Ordu Komutanı Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa ile Halep’te buluşmuştur. Cemal Paşa’nın Mustafa Kemal’e eskiden beri sevgisi ve bağlılığı vardı. Birçok konuda da görüş birliği içindelerdi. Bir ara söz dönüp dolaşıp Mustafa Kemal Paşa’nın sıkıntı içinde olduğuna gelmiştir: 

“Cemal Paşa, benim bazı cins at ve kısraklarım var. Bunları satmak ihtiyacındayım; isteklisi çıkmadı. Siz buranın eski komutanısınız, bana bir yol gösterir misiniz?” Dedi.

Cemal Paşa; “At ve kısraklarınızı önce veterinere muayene ettireyim. Diyarbakır'da iken, Alman ve Avusturyalılar, bu atlarla kısrakların önemli bir servet olduğunu söylediler, kıymetlerinden şüphe etmiyorum, ama öyle yapınız...” 

Ve Cemal Paşa, tüm at ve kısrakları iki bin altına alıyor.

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’a gidebilmesi, “Kurtuluş Savaşı”na başlayabilmesi çok sevdiği, yıllardır edindiği, yetiştirdiği at ve kısraklarının sayesinde olmuştur.

Dahası, Cemal Paşa bu hayvanları sonradan beş bin altına satacak ve atların ve kısrakların değeri iki bin değil, beş bin altınmış diyerek aradaki üç bin altını Mustafa Kemal Paşa’ya gönderecektir. Ve yıllar sonra diyecektir ki:

“Bu para, yeni girişimlerimde bana destek olmuştur. Bunu belirtmeyi görev sayarım.”

Mustafa Kemal Paşa, atlarından, kısraklarından ayrılması kuşkusuz onu çok üzmüştü. Çünkü atları o kadar çok seviyordu ki... Bir tutku idi at sevgisi onda. Onları okşarken elleri sevgi ile titrer gözleri parlardı. Onlarla konuşurdu da. Ve bu sevgi karşılıklıydı. Seyislerine huysuzluk yapan atlar onu karşılarında görünce hemen terslenmeyi keserlerdi. Nerdeyse çocukları sevdiğince severdi atlarını...

Ankara’da çiftliğindeki taylarından biri ruam hastalığına yakalanıp da öldürülmesi gerektiğinde, ellerine lastik eldivenler geçirerek tayı birkaç kez okşamadan öldürmelerine izin veremeyecek, hayvanı okşarken de gözyaşlarını tutamayacak ve ağzından şu sözler  dökülecektir:

“Çocuğum olmadığında hikmet ve isabet varmış. Eğer bir evlat kaybetmek felaketine uğrasaydım kalbim bu elem ve kedere dayanamazdı.”

Atları onun arkadaşları gibiydi de.

“Bir arkadaş daha bizi terk ediyor bugün Sabiha...” Dediğinde acı içindeydi. Sabiha Gökçen birden irkilecek, o günlerde Gazi Paşa’nın yakınları arasında ölümcül bir hastalığa yakalanmış kim var diye belleğini zorlamıştır. Sabiha Hanım, çıkaramayınca da Gazi böylesine üzgün olduğuna göre ölümüne yandığı bu arkadaşının bilmediği ama mutlaka çok sevdiği biri olduğunu düşünürken içeriye Gazi’nin tabancasını elinde tutarak giren bir dosta onun:

“Durumu nasıl? Hiç umut yok mu?” Diye sorması karşısında şaşkınlığı daha artacaktı...

“Maalesef Paşam! Yok. Herkes elinden geleni yaptı. Böyle daha fazla acı çekmesine müsaade etmeseniz iyi olur... Bir şey daha söylemek isterim. Gözleri sanki sizi arar gibi...”

“Arar, arar ya... Atlar insanlardan daha hassas, daha vefakâr ve daha çıkar düşüncesinden uzaktırlar. Bunca yıl bana hizmet etti, bana yoldaşlık etti. O benim kokuma, ben onun kokusuna alıştık. Birbirimizin huyunu da iyi öğrendik. Yazık oldu hayvanıma...”

Evet, o çok sevdiği atlarından biri hastalanmıştı, umar da yoktu, vurulması gerekiyordu acısını dindirmek için. Ona karşı bu son görevi de sahibi yapmalıydı. Silahını aldı, ahıra doğru yürüdü. Gazi eğildi, mendili ile köpüklerini sildi, yelesini okşadı atının.

“Oğlum, oğlum! Şimdi bütün acıların dinecek!” Öptü onu birkaç kez. 

“Sen mi beni arayacaksın, yoksa ben mi seni?”

Doğruldu, silahını hayvanın tam altına doğrulttu. Parmağı tetikte. Ama öyle kalakaldı. Bir yontu gibiydi. Ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. 

“Alın! Alın! Götürün hayvanı buradan! Çok uzaklara götürün. Acı çektirmeden ölmesini temin edin. Gerekirse iğne yaptırın. Uyutun, öyle vurun! Ben düşmanlarımı bile böyle vuramamışımdır! Bana bunu yaptırmayın...”

Gazi, uzunca bir süre ata binemeyecekti. Ve bir gün Çankaya’da sofrasında Gazi yaverlerine buyuruyor:

“İki gün önce bizim atlardan biri doğurdu. Alıp onları buraya getiriniz.” Konuklar, herkes şaşkın. Yaver, duraksıyor. Gazi’nin “Sevelim, görelim, okşayalım” sözleri şaşkınlığa, duraksamaya bir son veriyor. Çok geçmeden tay ve annesi Yıldız, bakıcıları Kerim’in yedeğinde şeref salonundaydı. Salonda ayakları kaymasın diye geçecekleri ve duracakları yerlere halılar, kilimler serilmiş. Gazi, onları ayrı ayrı sevmiş ve eliyle kesme şeker yedirmiştir.

Gazi, eşi Latife Hanım’a çok sevdiği atı “Sakarya”yı nişan hediyesi olarak, annesi Zübeyde Hanım ile İzmir’e göndermiştir ve bu at, boşanmadan sonra haraya getirilmiştir.

Haftaya Gazi koşusu konulu makalemle devam edeceğim.

Sevgilerimle,

12 Ağustos 2024

Ahmet Gürel