Zafer Algöz, Cumhuriyet'e anlattı: Takıntınızla yüzleşin

Zafer Algöz ile insanların psikolojiye bakışını, sosyal medyadaki davranış bozukluklarını ve okulda öğretmenlerini taklit ederek başladığı sahne yaşamını konuştuk...

Deniz Ülkütekin

Birinde Tourette sendromu, birinde simetri, birinde sayı toplama ve çıkarma takıntısı... Birinde temizlik hastalığı, birinde aşırı evham ve batıl inanç takıntısı bir diğerinde ise söylenen her cümleyi iki defa tekrar etme takıntısı...

Psikoloji alanından bir fıkranın başı gibi duruyor ama öyle değil. Bunlar, Zafer Algöz’ün baş rolünde yer aldığı “Takıntılar” filmindeki karakterlerin bir araya gelmesine neden olan psikolojik rahatsızlıklar. Algöz ile Tourette sendromlu bir karaktere yaşam verdiği filmi, hikâye anlatıcılığını ve sosyal medyayı konuştuk...

- “Takıntılar”, komedi başlığı altında yer alan bir film ama psikoloji ile olan ilişkisi dolayısıyla aynı zamanda dramatik öğeler de içeriyor.

“Takıntılar,” özgün adıyla “Toc Toc” Fransız oyun yazarı ve oyuncu Laurent Baffie tarafından yazılmış bir oyun. Yönetmenimiz Nihat Özcan, "Sinema versiyonunu çekeceğiz," dediğinde çok heyecanlandım çünkü oyunu zaten biliyordum. Özünde tiyatro oyunu olduğu için, roller eşit ağırlıkta ve her birine uyan oyuncuları titizlikle seçtik. Günlerce prova yaparak hazırlandık ve çekimleri tek bir apartmanda yaptık.

- Tek mekânda geçen tiyatro oyunlarının sinemaya uyarlanması belli avantajlar içerse de başarı için yönetmen ve oyuncuların başarısı çok önemli.

Dediğiniz gibi tek mekânda çekilen bir sinema filmini insanlara izlettirebilmek zor bir iş. Çünkü sinemanın ufku çok geniştir. Sokak çekimleri yapılır, başka mekânlara gidilir... Ancak önemli olan, metindeki karakterlerin içsel dramlarını kara mizahla anlatabilme sanatıdır. Bu açıdan cazip bir yapısı var. Bu nedenle sanki bir tiyatro oyununa hazırlanır gibi hazırlandık ardından mekâna geçtiğimizde iki-iki buçuk sayfalık bazı bölümlerin kesintisiz oynanması gerekiyordu. Hiçbir şeyi şansa bırakmadan üç buçuk haftada tamamlanabilecek bir sinema filmi ortaya çıktı. Hikâye insanların takıntıları üzerine kurulu.

- Sizin karakteriniz diğerlerinden farklı. Tüm karakterler obsesif kompulsif bozukluklara sahipken onun Tourette sendromu var. Sizin için zor bir karakter miydi?

Zor değildi. Tourette sendromunu 2000’li yıllarda araştırmıştım. Çünkü 2005’e kadar İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Mozart’ı oynamıştım. Mozart’ın da bu hastalıktan müzdarip olduğunu görünce daha fazla araştırmaya başlamıştım. Tourette sendromunun tedavisi yok, bir ölçüde dizginlenebilir ama tamamen bitmesi söz konusu değil.

Bu filmde de obsesif kompulsif bozuklukla dalga geçmeye değil rahatsızlığa sahip kişilerin yaşadığı gerçekliği samimi bir şekilde ortaya koymaya çalıştık. Eminim filmi izleyen insanlar da kendilerinde bir şeyler bulacaklardır. Herkesin kendine göre birtakım zorlukları var ama filmde bu zorlukları birlikte aşabiliriz teması işleniyor. Bu açıdan iyileşme sürecine katkıda bulunuyor diyebilirim.

- Filmin bilgilendirici bir yanı da var...

Elbette. Asıl teması da “Takıntılarınızla yüzleşmekten korkmayın.” Takıntıları olan insanlar onları içine attıkları zaman o takıntı daha da büyüyor. Halbuki takıntıyla yüzleşmek, dertleşmek, insanlarla paylaşmak rahatlatıcı bir yol.

- Gülünç görünen takıntının arkasında mutlaka bir dram oluyor..

Psikoloğa gitmenin de öyle bir avantajı var. Yani insan 50 yaşına geliyor, bir takıntısı var, yıllarca bununla cebelleşiyor ama psikolog ruhunun derinliklerine indiği anda bakıyor ki "Ya ben çocukluğumda beş yaşında bir travma yaşamışım." Onun yüzündenmiş bu. Onun için de takıntılarımızdan korkmayalım, yüzleşelim hatta paylaşalım.

O FIKRAYI ANLATAN KİŞİ

- Oyunculuktaki maharetinizde kadar mahir olduğunuz bir alan da hikâye anlatıcılığı diye düşünüyorum. Hikâye anlatma beceriniz nereden geliyor ve mesleğinizle nasıl bir bağlantısı var?

Hikâye anlatıcılığı aslında tiyatro oyunculuğuyla da bağlantılı çünkü tiyatroda da bir hikâyeyi anlatıyorsunuz. Hikâye anlatıcılığı da herkeste oluşmayan bir meziyet. Mesela çok güzel bir fıkra duyuyorsunuz. Diyorsunuz ki "Ya bu fıkrayı ben anlatayım da şu anlatsın, o daha iyi anlatıyor." İşte “daha iyi anlatıyor” dediğimiz kişilerde hikâye anlatma sanatı oluyor. Hikâye anlatmak bir beceri işi çünkü insanları sıkmadan yeri gelince bazı karakterleri oynamak, canlandırmak, bir nevi meddahlık geleneği gibi.

- Özellikle insan gözlemlerinize dikkat ediyorum, gözlemlediğiniz kişinin hareketlerini, davranışlarını ve konuşma tonunu çok hızlı içselleştirip beyninizin bir köşesine atıyormuşsunuz gibi geliyor...

Çünkü anlattığınız zaman özelliklerini bilmeniz gerekiyor. Adamın yürüyüşünde bir enteresanlık varsa o yürüyüşü, bir tiki varsa o tiki, ses tonu, kullanmış olduğu sözcükler bunlar çok önemli. Bende de belki küçüklükten gelen öyle bir yetenek var. Çünkü oyunculuğa ilk defa ortaokul yıllarında öğretmenlerimi taklit ederek başladım ve öğretmenlerim arasında bir anda şöhretim yayıldı. Yayılınca da işte edebiyat öğretmeni, "Gel şu tarih öğretmeninin bize taklidini yap!" Tarih öğretmeni de "Tamam, benim taklidimi yaptığın gibi bir de şununkini yap..." O şekilde ilk defa sahneye çıkma ya da hikâye anlatma becerisi oluştu bende.

‘BAŞARI PEK SEVİLMİYOR’

- Sosyal medyada şöyle bir tavır var. Ortaya bir üretim koyuyorsunuz, şuna indirgeniyor: "Ben güldüm, ben gülmedim." Bu kıstasla değerlendiriyor insanlar. Bu tavrı nasıl buluyorsunuz?

Hiç iyi bir tavır olarak görmüyorum. Elbette insanların beğenip beğenmeme özgürlüğü var ama bir şeyi de eleştiriyorsan karşılığında bir şey getirmen lazım. "Ya ben bu filmi hiç komik bulmadım." Peki hangi filmi komik buldun? Çünkü senin de komedi düzeyini öğrenmemiz lazım. İnsanlar sosyal medyadan size kolaylıkla erişebildikleri için istediği her lafı edebileceğini, her lafı sokabileceğini zannediyor. Bu onu rahatlatıyor ama karşılığı boş. Üzülerek söylüyorum ki ülkemizde başarı pek sevilmiyor. En sevdiğim söz, “Yapabilenler yapar, yapamayanlar nasıl yapılacağını anlatır.” Bu sözü çok seviyorum, hayatım boyunca hep benim için yani güzel anlamlı bir cümle oldu bu. Yapamıyorsan kalkıp da sırf eleştirmek için yapılanlara ben açıkçası çok fazla itibar etmiyorum.

- Örneğin Erşan Kuneri’yi beğenmesek de sinema alanında antropolojik bir çalışmanın sonucunda karşımıza geldiğini görmemiz gerekiyor. Bunun üzerinden böyle bir yorum aldınız mı?

Yok ama mesela "Ben hiç gülmedim" diyen adama “en son ne zaman güldün” sorusunu sormak lazım. Cem Yılmaz'ın bazı filmlerine de söylerler ya "Hiç olmamış, beğenmedim" falan. Birkaç örnekle karşılaştım, “Ben zamanında bunu ben niye sinemada seyretmedim? Geçen gün televizyonda karşıma çıktı, baktım, meğer ne güzel filmmiş.” Niye sinemada izlemedin çünkü zamanında filmle ilgili negatif eleştiriler seni etkiledi.

Z KUŞAĞI ONU KEŞFETTİ

- YouTube programlarınızdan sonra gençlerin size daha farklı bir ilgisi oldu mu?

Oldu tabii. İzleyici profilim genişledi. Şimdi 30 yaşın altındaki gençlerin de gelip "Abi senin videonu izledik. YouTube'daki işini gördük" demesi hoşuma gidiyor. Bir de söz gelimi Öztürk Serengil’i 30 yaş altındaki birçok insan bilmez, Zeki Müren gibi kıymetli bir sanat müziği şarkıcısını unutabilirler ama en azından o insanlarla ilgili, "Ya dur, ben bir de şu adamı Google'da bir arayayım bakayım kimmiş neymiş" dedirtiyorsam, o benim için en büyük mutluluk.

YAPAMAYANLAR ELEŞTİRİYOR

- Bizde negatif yorum yapmak daha fazla önemseniyor.

Elbette elbette, hiç doğruları ve güzelleri söylemeyiz. Biz konservatuvardayken sahnede bir şey yaptığımızda hocalarımız "Eleştiririm bakalım” derdi. Biz de hep işin olmayan taraflarını söylerdik. Hocalarımız da bizde derlerdi ki, "Çocuklar, eleştiri sadece işin olmayan taraflarını söylemek değil. Bu adam sahneye çıktı, 15-20 dakika Hamlet oynadı, hiç mi doğru bir şey yapmadı? En azından adamın doğrularını da söyleyin. Çünkü sadece negatif olanı söylemek, kötü olanı söylemek değil eleştiri. Bir de yine hocalarımdan öğrendiğim bir şey var, “Yeryüzünde hiçbir eleştirmenin heykeli dikilmemiştir”. Baktığımız zaman insanlık tarihinde bir sürü kıymetli sanatçıların, müzisyenlerin, ressamların, oyuncuların, heykelleri dikilir ama ben hiç eleştirmen heykeli görmedim.

- Onlar yaşarken daha kıymetli hissediyorlar...

Kusura bakmasınlar, o mesleği zamanında yapmaya çok heveslenmiş ama yapamamış. Yeteneği el vermiyor veya zamanı olmamış. Bir türlü denk gelmemiş ama hep içinde ukte kalmış.

KARAKTERİN BURCU BİLE ÖNEMLİ

- Komediyle ismi anılan bir oyuncusunuz ama karakterlerinizin hep farklı ve derinlikli olduğunu da düşünüyorum.

Bir karakteri canlandırırken sırf replikleri ezberlemek yetmez onun sosyal durumu hatta aile yapısını bile anlamak gerekir. Bazen öyle ince ayrıntılar vardır ki bir karakterin burcu bile önemli olabilir. Örneğin doğum tarihi gibi bir detay verildiğinde diyelim ki bu karakter koç ya da kova burcu ise bu burçların özelliklerinden yola çıkarak karakteri inşa edebilirsiniz. Bu yapıyı oluşturduktan sonra önemli olan bu karakterin hem yönetmen tarafından kabul görmesi hem de birlikte çalıştığınız insanlarla uyum içinde olmasıdır.

İKİNCİ BİR DİL GİBİ

- Sosyal medyadaki takipçilerinizle iletişiminiz nasıl?

Benim çok iyi bir iletişimim yok. Bence bir sosyal medyayı çok iyi kullanan biri değilim. O anlamda biraz biz şimdiki genç kuşağa göre daha geride kaldık. Çünkü biz faks kuşağının adamlarıyız. Şimdi post yap, etiketle falan bunlara hiç kafam basmıyor. Mesela bir şey paylaşmam gerekiyor, "Abi şöyle şöyle yap, bunları da etiketle" diyorlar. Bana sanki böyle ikinci bir yabancı dilmiş gibi geliyor.