Yediğimiz kazıklar derimizi kalınlaştırıyor

Bu sezon sürpriz bir biçimde öne çıkan yapımlardan olan “Şahane Hayatım”ın başarısındaki en önemli etkenlerden biri tabii ki Yiğit Özşener ve başarılı oyunculuğu. Özşener’le diziyi ve izleyicide bulduğu karşılığı konuştuk.

Deniz Ülkütekin

Yiğit Özşener, mesleği olan oyunculuğun hakkını her anlamda veren isimlerden. Belki yaşam verdiği karakterlerin kendisinden bile çok bilinmesi bunun en iyi göstergesi. Şimdi “Şahane Hayatım”da izleyicinin alışık olmadığı bir rolde. Ancak her zamanki gibi kelimenin tam anlamıyla “döktürüyor”...

* “Şahane Hayatım" zorlu bir dizi sezonunda ekran yolculuğuna başladı. Çok tartışılan, magaziniyle ses getiren yapımlar var ama “Şahane Hayatım” kurgusu ve oyunculuk becerisiyle kendine özgü bir yapım olarak hepsinden farklı bir yerde duruyor.

Çok teşekkür ederiz. Ben de birbirini tekrar eden bunca hikâye arasında “Şahane Hayatım”ın farklı bir yer edindiğini düşünüyorum. Aslında bizdeki dizi sürelerinde hakkıyla “dramedy” türünde bir iş yapabilmek kolay değil ancak güçlü oyuncu kadrosu, iyi hikâye ve deneyimli yapım ekibi bir araya gelince imkânsız da değilmiş. Dürüst olmak gerekirse ilk okuduğumda riskli bir proje olduğunu hissetmiştim. Daha ilk bölümde başroldeki kadın karakterimizin estetik ameliyatlar geçirerek kimlik değiştirdiğini, yıllarca kocasını kandırdığını ve geçmişinden gelen bir adamı öldürüp bahçesine gömdüğünü öğreniyoruz. Fazlasıyla cesur bir başlangıç değil mi?! Ama riskleri ne olursa olsun cesur ve farklı bir hikâyede yer almayı, tekrara düşmeye tercih ederim.

* Projeye nasıl dahil oldunuz? Onur Gümüşçü karakterinde sizi çeken neydi?

Özellikle televizyon dizileri neredeyse tüm evlere giriyor, toplumun büyük bir kısmına ulaşıyor. Eğitim kalitesinin ve doğru habere erişimin düşük olduğu toplumlarda televizyon dizileri hâlâ toplumsal algıyı yönetmenin bir numaralı aracı. O nedenle yaptığımız işi sadece bir eğlence aracı olarak görmenin doğru olmadığına inanıyorum. Ne yazık ki televizyon söz konusu olduğunda sadece oyunculuk kariyerimi düşünmek gibi bir lüksüm kalmadı. Bir oyuncu için çok kısıtlayıcı bir prensip farkındayım ama bu sorumluluğu almak zorundayım. Bir süredir bir senaryoyu elime alınca önce kadın karakterlere bakıyorum. Kadının kimliksizleştirilmesine, bir erkeğin malı mülkü olarak görülmesine, tüketim objesi olarak gösterilmesine hizmet eden çok sayıda hikâye ile karşılaşıyorum. Ataerkil bir toplumdayız, zaten erkekler gereğinden fazla güçlü. En azından ben bu adaletsizliği pekiştiren yapımların bir parçası olmayayım diye çabalıyorum. Bu gerekçelerle çok sayıda projeyi kabul etmediğim bir dönemde, “Şahane Hayatım” teklifi geldi. Onur bana köklü bir ailede büyümüş, iyi yetiştirilmiş, kariyer sahibi, aklı başında ve çizgisi olan bir adam olarak anlatıldı. Böyle bir karakterin kadına değil fiziksel veya psikolojik şiddet uygulaması, nezaket kuralları dışında bile davranması mümkün değil diye düşündüm. Aslında tam olarak da bu nedenle kabul ettim.

OYUNCULUĞUN GEREĞİ

* Onur Gümüşçü, aslında izleyicinin sizi görmeye çok alışık olduğu bir karakter değil. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Kesinlikle durumun farkındayım. Farklı türlerdeki işleri birbiriyle karşılaştırmak ne kadar doğru değilse, farklı tarzlarda oyunculuk gerektiren karakterleri de birbiriyle karşılaştırmamak gerekiyor. Onur Gümüşçü’yü, Cengiz Atay’ı oynadığım gibi oynayamam. Gerçi işin tonu izin verdiği ölçüde arada küçük göndermeler olmuyor değil… O anlarda izleyicin tepkisinden daha iyi anlıyorum beklentisinin ne olduğunu. Ancak şöyle bakmak gerekiyor: Onur’un hayatında her şey süt liman başladı. Sonra bir anda güvendiği tüm kadınlardan annesinden, karısından, hatta uğrunda evliliğini bitirmeye karar verdiği çocukluk aşkından bile gol yemiş bir adama dönüştü.. Annesinin aşırı korumacı tavırla arkasından çevirdikleri, karısının kimliğini değiştirip onu yıllarca kandırması, sevgilisinin yalanları. Bölümler ilerledikçe tüm bu oyunlar, yalanlar, entrikalar arasında kendini ve hayatını sorgulamaya başladı. Sevdiği insanlara ne kadar kolay inandığını herkesin aslında soyadının peşinde olduğunu fark edince bir dönüşüm yaşamaya başladı. Aslında hepimizin başına gelmiyor mu bu? Yıllar içinde yediğimiz kazıklar derimizi kalınlaştırıyor. Karakterin bu dönüşümü yaşaması bir oyuncu olarak ilgimi çekiyor, umarım bu dönüşümün izleyicide de karşılığı olur.

* Bir yapımda "niş", oyuncunun kendi becerisi ve yorumunu katması gerektiren bir rol varsa sanırım ilk akla gelen oyunculardansınız. Nasıl geliştirdiniz bu özelliğinizi?

Ne kastettiğinizi anlıyorum elbette ve bunun en yalın yanıtı 25 yıllık tiyatro geçmişim sayesinde bunu yapabiliyor olmam. Aslında bu söyledikleriniz “oyunculuk” kelimesinin gerçek tanımı değil mi? Yani kendi beceri ve yorumumu katmazsam, kağıt üzerindeki karakteri bir yerden başka bir yere taşımazsam mesleğimi yapmamış olurum. Televizyon dizilerinden örnek vereyim: “Dudaktan Kalbe”deki Cemil’in romanda sadece bir iki satırda geçerken dizide esas karaktere dönüşmesi... Elbette projede bunu yapmak mümkün değil ama oyuncu çıtasını buraya koymalı. Sokaktaki insanların bana Yiğit Özşener değil Cengiz abi diye hitap etmesi... Seyfi amirim diye seslenmesi... Bunlar oyunculuğun en temel gereklilikleri gibi geliyor bana.

SANAT HAREKETE GEÇİRİR

* Sanatın iyileştirici gücü üzerine epey kafa yoran bir sanatçısınız. Hatta "Dünyalılar, Sanat Gezegeni İyileştirebilir mi?" isimli bir podcast seriniz de var. Yanıtı sizden alalım... Sizce iyileştirebilir mi? Ayrıca sanatın neden böyle bir sorumluluğu olmalı?

Marvel’in “Örümcek Adam” serisinde popülerleştirdiği bir özdeyiş vardır: “Büyük güç, beraberinde büyük sorumluluk getirir.” Gücün yalnızca ayrıcalıklar için elde edilemeyeceğini, güç sahiplerinin sahip oldukları güçle ne yaptıkları ve ne yapmadıklarından ahlaki olarak sorumlu olduklarını ima eder. Sanatın yüklenmesi gereken sorumluluk böyle bir şey. Çünkü sanat insanların doğrudan duygularına dokunuyor. Ve insanlar ancak duygularına dokununca harekete geçiyor. Sadece bilimsel verilerle insanların aklına hitap ettiğinizde, alışkanlıkları üzerinde değişiklik yaratamıyorsunuz. Bu da yaratıcı endüstrilerin ekolojik krize karşı dünyalıları harekete geçirmek için olağanüstü bir potansiyeli olduğu anlamına geliyor. Bu endüstriler sahip oldukları gücü doğru kullanmayı tercih ederse, daha yaşanabilir bir dünyanın en önemli aktörü olurlar.

NANKÖRLÜK VE DELİLİK

* Bir röportajınızda, Onur ve Şebnem arasındaki eski para-yeni para kavramını ve ikisinin paraya bakışındaki farkları çok güzel açıklamıştınız. Dizide bu anlatıyı pekiştiren ne gibi detaylar var?

Onur’un 10 yıllık karısı ve çocuklarının annesi hakkındaki gerçekleri öğrendikten sonra ikilinin ilk defa karşı karşıya geldiklerinde ettiği bir laf var: “İnsan ulaşamadığı her şeyin delisi, ulaştığı her şeyin ise nankörüdür derdi babam. Haklıymış.” Bence bu çarpıcı bir detaydı.

KEL DİVA İYİ HİSSETİTRİYOR

* Bu sezon "Kel Diva" oyunuyla sahnedesiniz ve tiyatro seyircisinin gözünde çok çok özel bir yeriniz olduğunu biliyorum. Sahnededeki Yiğit Özşener'i biraz anlatabilir misiniz?

Geçtiğimiz iki sezonda, Aşınma’yı oynarken sahnede tek başıma baya bir ter döktükten sonra bu yıl bir ekiple sahneye çıkmak her şeyden önce büyük bir konfor. Hele Haluk Bilginer, Zuhal Olcay, Özlem Zeynep Dinsel, Gözde Kırgız ve Kıvanç Kılınç ile sahneyi paylaşmak çok keyifli. Kel Şarkıcı, Ionesco’nun eşsiz kaleminden çıkan, soyutlama ve absürdizmin kusursuz bir şekilde harmanlandığı bir oyun zaten. Yönetmenimiz Muharrem Özcan’ın sihirli dokunuşlarıyle Kel Diva’ya dönüştü. Bir de üzerine Tolga Çebi’nin müzikleri eklenince ortaya çok acayip bir şey çıktı. Bir oyuncu olarak bana kendimi çok iyi hissettiriyor.

GEZMEK BESLEYİCİ

* Bu kadar yoğunluğunuz içinde seyahat etmeye de zaman ayırabiliyorsunuz. Dünyayı gezmek size ne katıyor? Bugüne kadar ziyaret ettiğiniz yerlerde aklınızda kalanlar hangileriydi?

Seyahat etmeyi, üretkenliğimi ve performansımı besleyen bir şey olarak görüyorum. Farklı coğrafyaları, kültürleri, davranış şekillerini gözlemlemek insana çok şey katıyor. Hareket etmediğiniz zaman, mesleğiniz ne olursa olsun çok kısırlaşıyorsunuz. O nedenle ne kadar yoğun bir tempoda olursam olayım, seyahat etmeye çalışıyorum. Bugüne kadar beni en çok etkileyen yer İzlanda oldu. Nereye gidersem turistik rotaların dışına çıkmayı seviyorum. İzlanda’da da klasik rotaların aksine ada etrafında dönen rotayı (ring road) arabayla gitmeyi tercih ettim. Hayatım boyunca unutamayacağım bir keşifti.