Yaşamın atomları
Ömür dediğimiz o kısacık vakti anlamlı kılan ayrıntılar...
Elçin PoyrazlarYaşam çizginize büyüteçle baktığınızda iç içe geçmiş mikro anlardan oluştuğunu görürsünüz. Bazen üst üste binmiş bazen dağılmış bazen yarım kalmış atomcukların toplamıdır yaşam.
Alışveriş ettiğiniz kasap, her hafta uğradığınız market, evden işe gittiğiniz yoldaki bir bina, ağaç, kapıda duran bekçi, sokağınızdaki çöpü karıştıran kedi, evinizdeki antredeki halı, bir türlü yaptıramadığınız pencerenin kırık kolu, duşakabinin dingildek kapısı, sabah kızarmış ekmeğin kokusu, akşamüzeri eve dolan tembel güneş, sizi uyutmayan inatçı sivrisinek, yan binanın inşaatı, üst kat komşunun duştaki şarkısı, evcil hayvanınızın kuyruğu…
Bir anlığına fark ettiğiniz, önemsizliklerinden hemencecik unuttuğunuz minnacık şeyler. Kariyer, aşk, evlilik, çocuklar, aile, okul, iş, hastalık, ölüm gibi büyük şeyleri sürekli düşünürken takılmaya değer görmediğiniz yüz binlerce ayrıntı.
Yaşamı önce zaman dilimlerine, sonra önceliklere, sonra eylemlere, sonra başarılara ya da yenilgilere bölerek yanından geçip gittiğimiz ufacık şeyler ömür dediğimiz o kısıtlı vaktin de içinde değil mi?
Otobüste sizinle konuşmak isteyen yalnız yaşlı kadın, parkta bebeğini gezdiren uykusuz anne, telefonunuzu bırakıp onunla konuşmanızı bekleyen küçük çocuğunuz, her sabah aynı asansörü paylaştığınız ama bir günaydını esirgediğiniz komşu da o ömrün figüranları mı?
NELERİ KAÇIRIYORUZ?
Yaşamı dümdüz ve sürekli yukarı çıkması gereken bir çizgi olarak tasarlayıp, hep ileri, hep hedef odaklı ve hep hızlı koşarken hangi parçaları kaçırıyoruz?
Görev için, para için, takdir için, beğenilmek için, şöhret ya da korunaklı bir konum için elimizin tersiyle ittiğimiz o ufak şeyleri başkasının yaşamı sanıyoruz.
Uzun bir kitabı okumak için zaman ayırmaya, bahçedeki çiçekleri incelemeye, güzel bir pastanede kendimize bir kahve ısmarlamaya, uzun ve amaçsız bir yürüyüşe çıkmaya, sitenin bekçisine hal hatır sormaya, yayalara yol vermeye, o gece telefonu kapatmaya, hiç işe yaramayacağından emin olduğumuz şeyleri yapmaya vaktimiz yok.
BULANIK BİR MUĞLAKLIK
Hep ileri, hep daha hızlı, diye diye tükettiğimiz ömür minnacık şeylerin arasından bir mermi treni gibi geçerken pencereden gördüğümüz tek şey rengi bulanık bir muğlaklık.
“Treni durdurun inecek var” demediğimiz için iyi, kötü, acı, neşeli, kayda değer olduğunu düşündüğümüz “büyük” anları kişisel tarihimize yazarken geride kalan ufak şeylerin karmaşasını göz ardı ediyoruz.
Oysa ömür çoğunlukla o ufacık şeylerin karmaşında dönüyor. Üstelik hiç de düz bir eğri üstünden değil. Dalgalar, döngüler, daireler, üçgenler, noktalar, kesik kesik bir sürü şekiller tanımlıyor yaşamımızı.
Çocukluğun masumiyetini kaybettikten sonra sertleşip o ufak şeylerin büyüsüne körleşince hayatımızı yaşamaya başlamıyoruz. Aksine görevler ve zorunluluklar arasında sıkışıyoruz. Çocuk gözümüz kapandıkça yaşamın o muhteşem karmaşasını, anlaşılmaz mucizesini tekdüze eylemlere feda ederek kalbin renklerini solduruyoruz.
Pencerenin kırık kolu aşılmaz bir yük, duşakabinin yerine oturmayan kapısı sinir harbi, tembel güneş bunaltıcı sıcak, sivrisinek azılı bir düşmana dönüşüyor. O yükseldiğini umduğumuz eğri ömrün dakikalarını kıtır kıtır yerken biz başka bir yaşamın hayali peşinde savruluyoruz.
Oysa başka yaşam yok. Ufacık “önemsiz” şeyler o hayatı ömür kılıyor. O muhteşem karmaşaya dalmak için trenin acil durum frenine basmalı, yavaşmalı.