Varlığımızın özü…

Bilincimizin kaynağı olan beynimizin çalışma biçimiyle ilgili yanıtlanmamış daha birçok soru var.

Ömür Tanyel

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran en önemli organın beyin olduğuna kuşku yok. Çünkü fiziksel, fizyolojik ve biyokimyasal özellikleri incelendiğinde diğer pek çok organımızın başka canlılara göre çok da gelişkin olmadığını, hatta bazılarının zayıf kaldığını söylemek mümkün. Ancak bilincimizin kaynağı beynimiz, işleyiş olarak tüm canlılara göre çarpıcı farklılıklar gösterir.

Yaklaşık 1.2 ila 1.4 kg arası ağırlıkta olan beynimiz bize duyularımız aracılığıyla gerçekliği algılama yeteneği sağlar. Bilinci oluştururken ise çok karmaşık yollar izler. Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme (fMRI) ve Elektroensefalografi (EEG) gibi teknikler beyin hücreleri olan nöronlar arası hareketi bir şekilde yansıtmayı amaçlamaktadır. Burada talamus denen yapı, kritik rolü ile öne çıkmaktadır.

Beynin daha ilkel (kıdemli demek belki daha doğru olur) bir kısmı olan bu parça, beynin en dış kısmıyla (korteks) iletişimdedir. Bilişsel olayların ana sorumlusu olan korteksle bağlantı koptuğu zaman kişi için ızdırap verici ama dışarıdan bakan için ilginç klinik tablolar ortaya çıkar. Bunlardan biri de talamus hasarı ile ortaya çıkan “ölümcül ailesel uykusuzluk” durumudur.

Ölümcül uykusuzluk durumu uyumada güçlük ile kendini gösteren bir hastalıktır. Genetik temelleri olduğu için “ailevi” denmektedir. Uyku sorunları yavaş yavaş başlar ve zamanla kötüleşir. Sonunda, konuşma problemleri, koordinasyon sorunları ve bunama gibi diğer belirtiler tabloya eşlik eder. Birkaç aydan birkaç yıla kadar ölümle sonuçlanır ve bilinen bir tedavisi yoktur. Bu ilginç hastalıktan 2022 yılı itibarıyla sadece 37 vakanın teşhis edilmiş olması işin olumlu tarafı.

TEK BİR İŞLEV BİLE...

Çoğu zaman üstünde fazla düşünmeden kullandığımız beynimizin tek bir işlevi kaybolduğunda, insan yaşamı üzerindeki yıkıcı etkilerini görebiliriz. Teksas Üniversitesi’nde mühendislik öğrencisi olan Charles Joseph Whitman’ın yaşadıkları bunun bir örneğidir.

Whitman, 1 Ağustos 1966’da önce karısı ve annesini öldürdü. Sonra Austin’deki Teksas Üniversitesi’ne gitti ve buradaki kuleye tırmanarak çevreye rastgele ateş etmeye başladı ve 14 kişiyi daha öldürdü.

Sonunda vurularak etkisiz hale getirildi. İlginç olansa Whitman’ın bu olaydan önce söyledikleriydi: “Bugünlerde kendimi anlayamıyorum. Ortalama düzeyde makul ve zeki bir genç adam olmalıydım. Ancak son zamanlarda birçok olağandışı ve mantıksız düşüncenin kurbanı oldum.” Whitman ayrıca bu durumun açığa kavuşturulması için ölümü sonrası otopsi bile talep etmişti.

Otopside, Whitman’ın beyninde amigdala olarak bilinen bir bölgeyi etkileyen beyin tümörü tespit edildi. Amigdala karar vermeyi ve duygusal tepkilerin işlenmesini sağlıyordu. Sarsıcı değişimler olasılıkla bu tümörden kaynaklanıyordu. Ancak beynin düşündüğü şey yanlış olsa bile doğru olduğuna inanması için bazen tümör gibi istemeden çoğalan bir yapıya bile gerek olmaz. Sinyallerdeki aksamalar çok değişik durumları beraberinde getirir.

Cotard sanrısı denen durumda kişinin organlarını, kanını veya beden parçalarını kaybettiğine ilişkin sarsılmaz inancı olabilir. Hatta ruhunu kaybettiğine veya öldüğüne inanmasına kadar uzanan değişik sanrılardan birini gösterebilir. Hastalar çoğunlukla kadın, orta ve ileri yaştadır. Depresyon, şizofreni dışında demans, migren, epilepsi ve beyin tümörleri gibi hastalıklarla birlikte gözlenebilir.

1880 yılında bir toplantıda Jules Cotard tarafından beyni, sinirleri, göğsü ve iç organlarının olmadığına ve ölümsüz olduğuna inanan bir hastanın bulguları ile tarif edilmiştir. Cotard, bu durumu “delire de negation (yok sayma hezeyanı)” olarak nitelendirmiştir. Hastalık olduğu kadar hastalığa adını veren Jules Cotard’ın yaşamı da ilginçtir.

MELANKOLİ VE NİHİLİZM

Cotard, 1870’te Fransa-Prusya Savaşı’nda askeri cerrah olarak çalışmaya başladı. Bu dönemde nörolojinin babası kabul edilen Jean-Martin Charcot’tan eğitim aldı. Cotard, meşhur düşünür Auguste Comte ile olan arkadaşlığından dolayı felsefeye güçlü bir ilgi duydu. 1882’de melankoli olarak adlandırılan klinik bir durumu tarifleyen Akıl ve Beyin Hastalığı Çalışmaları adlı eserini yayımladı.

Buradaki bir bölüm başlı başına nihilist sanrılarla ilgiliydi. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın Peşinde romanında yer alan Dr. Cottard karakteri için esin kaynağı oldu. Zira Proust’un babası, Cotard’ın tıp fakültesinden sınıf arkadaşıydı. Böyle bir entelektüel çevrede yaşayan doktor, 1889 yılında kızının difteri olması üzerine her şeyi bıraktı. Israrlara karşın kızı ölene dek 15 gün başucundan ayrılmadı. Hastalık bu süreçte ona da bulaştığı için 49 yaşındaki Cotard, yaşama veda etti.

Beynimiz bizi bizi yapan biricik organımızdır. Ona sadece iyi bakmak değil onu çalıştırmak da önemlidir. Carl Sagan’ın sözleriyle yazımızı bitirelim:

“Beyin bir kas gibidir. Kullandığımızda kendimizi çok iyi hissederiz. Anlayabilmek eğlenceli bir şeydir.”

KAYNAKÇA

1. Pearn J, Gardner-Thorpe C. Jules Cotard (1840-1889): His life and the unique syndrome which bears his name. Neurology. 2012;58(9):1400-1403.

2. Schenkein J, Montagna P (2006). "Part 2: Case report". MedGenMed: Medscape General Medicine. Self-management of fatal familial insomnia. 8 (3): 66.