Umuda İlişkin

Viktor Frankl toplama kampında açlık, soğuk, hastalık, yorgunluk, kötü kokular içinde çalışırken yanındaki insanlardan biri dağların ardında batan güneşi gösterir. İçinde bulundukları acımasız gerçeklikte bile mahkumların hâlâ doğanın güzelliğinden etkilenebilmesi Frankl’ın dikkatini çeker...

Serra Rodoplu

“İnsanı en çok yaralayan şey (ki bu hem yetişkinler hem de cezalandırılan çocuklar için geçerlidir) fiziksel acı değil haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır...'' bu sözler Viktor E. Frankl’in, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde kendi kuramı olan logoterapinin ilkelerini anlattığı “İnsanın Anlam Arayışı” kitabından.

Viktor E. Frankl bir psikiyatr olarak çalışırken Nazi Almanyası’nda ailesiyle beraber tutuklanır ve tarihin en büyük vahşetinin yaşandığı Auschwitz Toplama Kampı’nda dört yıl boyunca hayatta kalma mücadelesi verir.

Toplama kamplarında insanlık dışı koşullarda tutulan insanlar kamplara alınırken önce sevdiklerinden ayrılmış ardından eşyalarına, saçlarına, gözlüklerine, altın dişlerine el konulmuş ve herkes sadece yaka numarasına indirgenmiştir. Sözde “çalışma kampına” gelmiş olan bu insanlar gaz odalarında uyutulmuş, boğulmuş, kobay olarak kullanılmış, kaba işlerde onlarca saat çalıştırılmış ve her gün çeşitli işkencelere maruz kalmışlardır.

İtalyan yazar Primo Levi kampta geçirdiği günlerden sonra yazdığı “Bunlar da mı İnsan” isimli kitabında "Eğer Auschwitz varsa, Tanrı var olamaz" demişti. İnsanların ellerinden bütün imkânlarının aldığı, özgürlüklerini kaybettikleri, korku, çaresizlik, yalnızlık içinde ne yapacağını bilmeden yaşatıldığı; her geçen gün yaşama ilişkin hevesi azaldığı, geleceğe yönelik umut ve hayallerin tükendiği bir yerdi burası.

ACIMASIZ GERÇEK VE UMUT

Bir gün, Viktor Frankl açlık, soğuk, hastalık, yorgunluk, kötü kokular içinde mühimmat tesisinin inşası için çalışırken yanındaki insanlardan biri dağların ardında batan güneşi gösterir. Kısa süre sonra kendilerinin ve sevdiklerinin yok olacağını bildikleri acımasız gerçeklikte bile mahkumların hâlâ doğanın güzelliğinden etkilenebilmesi Frankl’ın dikkatini çeker. O anda gökyüzünün renklerini, yerdeki çamura yansıyan ışığı ve barakalardaki renklerle zıtlık oluşturan yıkıntıyı Dürer’in Alp Dağları’nı resmettiği suluboya çalışmasına benzetir. Frankl, 448 yıllık bir resmi hatırlamasıyla mahkumların iç dünyasındaki duyguların yoğunluğuna paralel olarak güzellik ve sanatı daha önce olmadığı gibi deneyimleyebildiklerini belirtir. Hatta bunların etkisindeyken korkunç koşullarını bile unutabildiklerini, dirençlerini artırdığını fark eder.

Tarihler, dönemler, coğrafyalar değişir. Bu yüzden herkesin derdi kendine büyüktür. Ancak Viktor Frankl’in yaşamına ve çalışmalarına bakınca tıpkı kendi umut ve tesellilerimizi yaratabileceğimiz gibi aslında bireyin her zaman bir seçim içerisinde olduğunu, insanın kendi verdiği kararlar sonucu neye dönüşeceğini belirlediğini, hatta kuracağı geleceğinden de kendisinin sorumlu olduğunu anlatır.