Türk hipster Grammy yolunda
Çocukken kurduğu hayalleriyle bir kez daha Grammy ödüllerinde finale kalan başarılı müzisyen Mehmet Ali Sanlıkol bize müzikle iç içe geçen yaşamını anlattı.
Sebla Didem KordayBatı müziğini Türk müziğiyle harmanlayan Türk asıllı besteci, piyanist ve vokalist Prof. Dr. Mehmet Ali Sanlıkol, bu yıl "Turkish Hipster" ve "A Gentleman of Istanbul" adlı iki albümünü müzikseverlerle buluşturdu. Bu albümlerden "A Gentleman of Istanbul" 4 Şubat’ta düzenlenecek Grammy Ödülleri’nde “en iyi klasik müzik kaydı” dalında adaylardan biri oldu. Grammy adayı "A Gentleman of İstanbul"un Türkiye prömiyeri ise 24 Şubat’ta Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapılacak. Sanlıkol’la, müzikle iç içe geçen yaşamını, albümlerini ve gelecek projelerini konuştuk.
- İkinci kez Grammy Müzik Ödülleri’nde yarışacaksınız neler hissediyorsunuz?
Bu benim “A Far Cry” yaylı orkestrası ile ikinci kez Grammy Ödülleri’nde finale kalışım. 2015’teki Los Angeles’ta düzenlenen ödül töreninde “oda müziği” kategorisinde finale katılmıştık. Şimdi de 4 Şubat’ta yine Los Angeles’taki ödül törenine katılacağız. Sanırım her müzisyenin hayali olan bir onur. Üstelik en avangart duruşları tercih eden müzisyenler bile Grammy’lerde finale kalınca bu onuru paylaşmaktan asla imtina etmiyor. Küçücük yaşlardan bu yana hayal ettiğim bir hedefe belli oranda kavuşmak benim için çok anlamlı.
- Müzikle harmanlanan çocukluk yıllarınızdan bahseder misiniz?
Çocukken annem evde piyano dersleri verirdi. O dersler yapılırken oyuncaklarımla hemen piyanonun yanında oynardım. Kulağımda hep Chopin’e ait valsler, Beethoven sonatları var. Bursa, 14-15 yaşlarımdayken bir rock kenti gibiydi, ben de o kültürün içinde yer aldım. O dönem Sedat (Sarıcı) ağabeyimizin önderliğinde hepimiz rock toplulukları kuruyor ve festivallerde konserler veriyorduk, ilk rock konserime Şebnem Ferah'la arkalı önlü çıkmıştık. 15 yaşımda piyanomdan birtakım beste denemeleri yapıyordum. 20’lerimde bestelediğim bazı parçaları da halen icra ediyorum.
- Bu yıl çıkardığınız bir diğer albüm “Turkish Hipster” albümünün üretim süreci nasıl gelişti?
2000’lerin başlarına kadar sırf klasik Batı müziği, caz ve rock gibi müzik tarzlarını icra ettim. Ancak tesadüfen geleneksel Türk müzikleriyle yolum kesişti. Bu buluşma, ilk mehter müziği ile oldu ki etrafımdaki insanları epeyce şaşırttı. 2012’de tanınmaya başlayan “A Far Cry” yaylı orkestrasından bir konser müziği siparişi aldım. "Vecd" isimli eserimin yer aldığı bu albümle dediğim gibi Grammy'lerde finale kaldık. O yıl yayımladığım ilk caz orkestra albümümdeki "Palendrom" adlı çalışmam da mehterden yola çıkarak keşfettiğim yeni birtakım tınılar ile klasik Türk müziğini içselleştirerek hissedebildiğim bazı müzikal açılımlara yer verdim. Ve tüm bunlar “Turkish Hipster”ı getirdi. Albümde yer alan her çalışmanın bu anlamda bir akım belirleyici tarafı veya bir iddiası var. Örneğin, “A Capoeira Turca (Baia Havası)” Brezilya müziklerine ait bir müzikal hissiyatın orta Anadolu’daki oyun havalarında da bulunmasından yola çıkarak bu bestenin temelini oluşturuyor. Ve hibrit bir ritmi caz orkestra bağlamında ortaya koyuyor. İlginç bir diğer yorum da Erkin Koray’ın sevilen şarkısı “Estarabim” oldu.
- Neden “Turkish Hipster”? Bu tabirin bir anlamı var mı?
Hipsterlar özellikle 40’lı ve 50’lerde ABD’de beatnik olarak bilinen yazarlar ve şairlerle ilişkilendirilen caz müzisyenleridir. Dizzy Gillespie tam bir hipster’dı (ve beatniklerle de iç içeydi). Dizzy’nin (ve Charlie 'Bird’ Parker'ın) o yıllardaki duruşunu düşünürseniz mevcut düzene karşı olan kültürü temsil etmenin yanı sıra akım belirleyici oldukları da gayet net. En azından ABD’de, cazcılar arasında hipster sözcüğü her zaman bu duruşun akım belirleyici tarafına da bir referanstır. Dolayısıyla, Miles Davis’in caz tarihinde defalarca akım belirleyici bir rol olduğunu düşünürsek bir hipster olmayı ölümüne kadar sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Hipsterlar, ülkemizde kendileriyle yanlışlıkla bağdaştırılan, hippilerden de farklı görülüyorlar. Özellikle ABD’de cazcılar arasında hippilerle, hipsterlar arasında kesin bir ayrım yapıldığını söyleyebilirim. İşte bu şekilde, “Turkish Hipster”da her parçanın akım belirleyici olma gibi bir iddiası var. Adına uygun. Bu arada bir de “fun fact” paylaşayım: Hipsterlar (ve beatnikler) 40’larda hep siyah giyiyor. Çerçeveli gözlük takıp boğazlı kazak giyiyorlar. Albümümün tüm fotoğraflarında ise inceden bir gönderme var.
‘BESTE YAPMAK PROFESYONEL BİR İŞ’
- Beste yapmaya nasıl karar veriyorsunuz? İlham kaynağınız neler?
Beste yapmak her ne kadar içsel bir seyahat olsa da artık benim seviyemde aynı zamanda oldukça profesyonel de bir iş. Aldığım sipariş üzerine beste yapıyorum. Bazen de kendi isteğimle yaptığım çalışmalar da oluyor. İlham kaynağım genellikle tarihi ve maneviyata dayalı temalar. Yaptığım son iki albümde de bu gibi çalışmalar var. Bir de 2020’de yayımlanan “The Rise Up” yaşayan caz efsanesi Dave Liebman tarafından benden doğrudan sipariş edilmiş bir eserdir. Liebman gibi bir ustadan eser siparişi alan tek Türk besteci olmak benim için asla unutamayacağım bir onurdur.
KENDİ İSMİYLE ENSTRÜMAN YAPTI
- Birçok farklı tını çıkaran müzik enstrümanları varken siz, SANLIKOL Renaissance 17'yi tasarladınız. Neden bu enstrümanı tasarladınız?
2000’den bu yana her ne kadar ud çalmayı, ney üflemeyi öğrenmiş olsam da öncelikle bir piyanist olduğum için geçtiğimiz 23 yıl boyunca klasik Türk müziğindeki makamların komalı (veya mikrotonal) yapılarını çoksesli bir ortamda icra etmeye haiz klavyeli bir çalgının hayalini kurdum. Bir noktada çözümün Rönesans ve erken Barok dönemlerinde Avrupa’da kullanılan ve bir oktavda 12’den fazla tuşa sahip olan org ve klavsen tasarımlarında olduğunu gördüm. Çünkü Rönesans ve erken Barok dönemlerinin Avrupa müziği esasında Türk müziğinin komalı yapısını andırır ki o dönemlerin akort sistemleri de bugün (Türk müziği gibi) “mikrotonal” olarak tanımlanıyor. 4-5 yıl önce bu girişimim için The Boston Foundation’dan bir ödül aldım ve geçen sene eylül ayında da bir konserimde konsepti ve tasarımı bana ait olan “SANLIKOL Rönesans 17” isimli dijital mikrotonal klavyeli çalgıyı ilk kez sahneye çıkardım.
- Müzik endüstrisindeki değişimleri ve gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu değişimler, müziğinizi oluşturma ve paylaşma sürecinizi nasıl etkiledi?
Spotify-Apple--YouTube gibi platformların artık tamamen stream teknolojisine yönelmiş olması elbette sanatsal muhtevası yoğun müzik yapan sanatçıları epeyce olumsuz etkiliyor. Her şeyden önce albümlerde icra edilen eserlere ilişkin açıklama ve/veya zengin görseller artık bu platformlarda neredeyse tamamen bulunamama noktasına geldi. Öte yandan, erişilebilirlik konusu da kanımca sorunlu bir husus. Sanki her şeyin (milyonlarca albümün) anında erişilebilir olması çok avantajlı gibi gözükse de insanın kapasitesi bu kadar fazla doneyi, müziği, haberi idrak etmeye ve/veya içselleştirmeye müsait değil. Dolayısıyla, içinde yaşadığımız bu gerçekliğin farkında olmazsak direkt bizler için dezavantaj olacak bir pozisyonda bulabiliriz kendimizi. Yani “ben herşeye erişebildiğim bir çağda yaşıyorum ve geçmişte yaşamış insanlardan çok daha ileri bir noktadayım” gibi bir yanılsamaya kapılıp sadece başlıkları takip eden, ancak başka bir işle meşgul iken fonda müzik dinleyen bir birey olmak gayet de mümkün. Bunun sonucu milyonlarca sanatçının yarattığı eserlerin oluşturduğu koca bir okyanusun içinde kaybolmak gibi bir durum ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, kanımca bundan 30 sene öncesi ile günümüz arasında çok da büyük bir fark yok: eskiden plak şirketleri küçük bir grup sanatçının albümlerini ve tanıtımlarını yaparken günümüzde de bahsettiğim okyanusun içinden ancak küçük bir grup sanatçı sıyrılıp adını duyurabiliyor. Bu değişimler benim müziğimi oluşturma sürecimi çok değiştirmedi. Ağırlıklı olarak beste siparişleri üzerine üretmeye devam ediyorum.