Tilya Damla Sönmez: 'Ruhen çırılçıplak kalabilmeyi, alabildiğine dürüst olmayı gerektiren bir zanaat oyunculuk'
Tilya Damla Sönmez yaşamdaki deneyimlerle değişimlerin karakterlerine ve mesleğine bakışına nasıl yansıdığını anlattı.
Deniz ÜlkütekinSonbaharla birlikte ekrana adım atan yeni diziler içinde en iddialılarından birisi “Kötü Kan”. NOW ekranlarında her cuma yayımlanan NTC Medya imzalı dizinin başrolünde yer alan Tilya Damla Sönmez için Nazan yaşamın gri alanlarında gezen ve kendi anlatımıyla “Yaşadığı bir olayla ilgili vicdan -ya da olmayan vicdanının- muhasebesini yapan” bir karakter. Sönmez böylesi derin ve katmanlı karakterlere yaşam vermekten büyük zevk alıyor. Kendi oyunculuk geçmişiyle defalarca ispatladığı gibi rolünün hakkını da veriyor. Sözü ona bırakalım...
- Nazan’la nasıl tanıştınız? Sizi, ona yaşam vermeye yönlendiren nedenler neydi?
Mayıs ayında gelen teklifle tanıştım Nazan’la. Nazan çok katmanlı bir karakter. Ne iyi diyebiliyoruz ne kötü. Zaafları var, trajik hataları çok… Aslında tam olarak iyi yazılmış bir karakterin olması gerektiği gibi bir karakter. Ben bu yüzden çok sevdim. Babasının önemli bir parçası olduğu karanlık yeraltı dünyasında kim olduğuna, nasıl biri olacağına gözlerimizin önünde karar verecek. Ben de bu karakteri taşımak için çok heyecanlıyım.
- “Kötü Kan” oldukça iddialı bir yapım. Sizi en heyecanlandıran yönleri neler?
“Kötü Kan”, yapım şirketinin uzun süredir hazırlandığı, ince eleyip sık dokuduğu, her bir aşamasına çok özendiği bir proje. Hikâyeyi okuduğumda tüm karakterlerin tıpkı Nazan gibi katmanlı olması çok hoşuma gitti. İyilik ve kötülük değil, karakterlerin içindeki aydınlık ve karanlık yönler çarpışıyor birbirleriyle. Kartal, eski bir polis memuru, artık ünlü bir gece kulübünün güvenlik departmanının başında. Yıllar önce karısını kaybedince çocukları İzmir’e anneannelerinin yanına gitmişler. Şimdi anneannelerinin vefatıyla İstanbul’a babalarının yanına dönüyorlar. Yıllardır eksik olan bağı yaratmaya çalışacaklar. Kartal, sil baştan baba olmaya çalışacak. Tam da aynı zamanda eski ortağının bir hatası yüzünden yeraltı dünyasının en nam salmış ailelerinden biri olan Nazan’ın ailesi, Kaya ailesiyle birlikte çalışmak durumunda kalacak. Nazan da bu sırada bir yandan babasının işlerini meşru bir duruma getirmeye çalışmakta ve yaşadığı bir olayla ilgili vicdan -ya da olmayan vicdanının- muhasebesini yapmakta. Draması da komedisi de aksiyonu da çok kuvvetli hayat gibi çok yönlü bir hikâye “Kötü Kan”.
- Hem yapımcısı hem de oyuncusu olduğunuz ve bu yönüyle sizin için ayrı bir yeri olduğunu düşündüğüm "Seni Bıraktığım Yerdeyim" Antalya'da ulusal yarışmada yer alacak.
“Seni Bıraktığım Yerdeyim”in senaristi ve yönetmeni Ümran Safter. Kardeşinin intiharı üzerine cenazeyi defnetmek için memleketine yolculuğa çıkan genç bir kadının öyküsü. Bu yolculukta yanında abisi, kardeşinin yakın bir arkadaşı ve uzun zamandır görüşmediği eniştesi var. Aynı kayıp üzerinden kuşak çatışmalarını, “Aile bile olsak aynı duyguda ne kadar birleşebiliyoruz ya da ayrışıyoruz”, bunları sorgulayan bir film. Eylül ayında İzmir’de çekimleri bitirdik. Postprodüksiyon dönemi bitti. Dünya prömiyerini önümüzdeki ekim ayında Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümünde yapacak. Filmin aynı zamanda ortak yapımcısıyım. Bu benim üç kısa film, bir belgeselden sonra ortak yapımcısı olduğum beşinci filmim. Sırf oyuncu olarak değil, sinemanın farklı alanlarından da tüm süreçlere dahil olmak bana çok iyi geliyor.
- Genç yaşınızda çok sayıda ödül kazandınız. Ödüller ister istemez bir onaylanma ve kabul edilmişlik duygusu uyandırıyor. Bu da insanın motivasyonunu biraz olsun düşürebilir. Aldığınız her ödülden sonra yeni bir hedef için kendinizi nasıl motive ettiniz?
Gençliğimden beri ödüller ile ilgili aynı şeyi söylüyorum, hâlâ aynı fikirdeyim. Ödül almak oyuncu için çok mutluluk verici, onore edici, motivasyonu dinç tutan bir şey ama bir işe başlarken, bir karakteri tasarlarken “Bu hikâye tam ödüllük, bu karakter şu ödülleri getirir” diye bakmadım hiç. 2009’da Antalya Film Festivali’nde ilk ödülümden sonra bir süre korktum evet. İyi bir şey yapmıştım ama ben sadece oynuyordum, “Bunu tekrar nasıl yapacağım!” diye bir dönem panik geçirdim. Zaten kendini rahat izleyebilen, beğenen biri değilimdir. O dönem yaptığım her şey daha da batıyordu bana. Sonra bu mesleği neden sevdiğimi, neden seçtiğimi hatırlattım kendime, oyuna dönmeyi hatırlattım. Her şey çözüldü. “Oyunculuk yalan söyleme sanatı” diyenler var, evet ama ben onlara katılmıyorum. Ruhen çırılçıplak kalabilmeyi, alabildiğine dürüst olmayı gerektiren bir zanaat oyunculuk. Yoldan keyif almazsanız dürüst kalamazsınız. Bir işi ödül hedefiyle yapmak da süreç değil de sonuç odaklı olmak demek. O zaman da olmaz zaten.
"ARTIK DURUYORUM"
- Önceki söyleşilerinizde sabırsız olduğunuzu söylemiştiniz. Peki “Doğru yer ve doğru zaman” sözü sizin için ne ifade ediyor? Tüm sabırsızlığınıza karşın bekler misiniz yoksa doğruyu kendiniz mi yaratmayı tercih edersiniz?
Yaş aldıkça biraz daha sakinledim. Eskiden emin olmadığımda, herhangi bir konuyla ilgili şüpheye düştüğümde hemen harekete geçerdim, ne olduğuna bakmadan hareket etmek en doğrusu gibi gelirdi. Hata yapmaya çok daha açık oluyorsunuz böyle durumlarda. Artık duruyorum. Resmen bir eylem olarak duruyorum. Kendime “Damla şu an duruyorsun” diyorum da duruyorum. Olayların, durumların olacağına varacağına olan inancım güçlendi yıllar içinde. Kontrol edemediğim şeyleri serbest bırakmak bana güçlü hissettiriyor. Esas güç sabırlı olabilmekte. O yüzden artık çoğunlukla bekliyorum. Emin değilsem hareket etmiyorum. Evet değilse, kocaman bir hayır yani.
- Oyuncu sahnede veya kamera önünde piştikçe yaşam verdiği rollerini ele alış biçimi farklılıklar gösteriyor mu? Daha fazla mesafe veya daha çok rolün içine girmek gibi farklar ortaya çıkıyor mu? Daha çok bilgi veya sezgi öne çıkıyor diyebilir misiniz?
İnsanla en ilgili mesleklerden biri oyunculuk. Eski çağlardan beri insana kendi durumunu, zaaflarını, tuzaklarını, nerelerde güçlü olduğunu, hangi durumda ne yaşadığını anlatan, bu anlatımıyla insanlar arası köprü kuran bir meslek. Hikâye anlatıcılığı… Durum böyle olunca da tabii ki siz değiştikçe, yaş aldıkça, hayattaki deneyiminiz arttıkça, hikâyenize yaşanmışlıklar eklendikçe bir hikâye içinde salınan bir karaktere bakış açınız değişiyor hatta genişliyor, öyle diyeyim. Bazen yıllar önce oynadığım bir filmin senaryosu geçtiğinde elime okurken yeni yönlerini fark ediyorum, “Şimdi olsaydı farklı oynardım, şunu eklerdim” diyorum. Bir de her meslekte olduğu gibi o meslekte geçirdiğiniz saat arttıkça hem kamera önünde hem sahnede kendinizi de daha iyi tanımaya başlıyorsunuz. Yeteneklerinizi, zayıf olduğunuz alanları, onları nasıl güçlendirebileceğinizi daha iyi biliyorsunuz tecrübe kazandıkça. O yüzden sürekli evrilen, üzerine bir şeyler eklenen, bazı inançları artık çalışmıyorsa onları bırakmak gereken bir meslek oyunculuk. Evet yani, farklar ortaya çıkıyor ama bu her hikâye için farklılık gösteriyor ve bu dönüşüm hiç bitmeyecek, ben yaşadıkça, yaş aldıkça hikâyelere, karakterlere bakışım da değişecek, gelişecek.
‘KABUL ETMEYİ ÖĞRENİYORUM’
- Damla Sönmez'i yaşamında ve işinde kendine özgü kılan üç özelliği nedir?
Kendime özgü kılmaz bence ama fazla detaycı ve mükemmeliyetçiyim. Bu özellikleri övündüğüm bir yerden söylemiyorum. Törpülemeye, olanı olduğu haliyle kabul etmeyi öğrenmeye çalışıyorum.
"TİYATROYU ÇOK ÖZLEDİM"
- Tiyatro sahnesine dönecek misiniz?
Çok istiyorum. Çok özledim. En son, pandemiden önce Mayenburg’un “Bi Parça Plastik” oyununu sahnelemiştik. O zamandan beri tiyatro yapmadım. Şimdi yine birkaç arkadaşımla metin bakıyoruz. Oynadığım “Taksim Hold’em” sinema filminin de yazarı-yönetmeni olan Michael Önder’in yazdığı tek kişilik bir oyun var. Onun üzerine masa başı çalışması yapıyoruz. İnsanın hayatına televizyon girince, aşırı yoğun, haftada aşağı yukarı altı gün, günde 13-14 saat çalışma zamanları başlayınca başka bir şey yapmaya fırsat olmuyor ama en kısa zamanda tiyatro sahnesine dönmek istiyorum.
FOTO İMZA: BERRAK BAŞPINAR