Siz bilmeden sizi biliyorlar

Kendinize özgü bir kişiliğiniz olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bir daha düşünün. Dijital sistemler artık sizin daha haberiniz olmadan hangi ürünü alacağınızı, hangi partiye oy vereceğinizi, neyi seveceğinizi, kimden nefret edeceğinizi biliyor. Bunu nasıl mı yapıyorlar? Tek bir kelime ile: Algoritmalar.

Deniz Ülkütekin

“Olasılık, kısmi bilgiye dayanan bir beklentidir. Bir olayın meydana gelmesini etkileyen tüm koşullara hakim olmak, beklentiyi kesinliğe dönüştürecek ve olasılıklar teorisi için ne boşluk ne de talep bırakacaktır.” George Boole.

En seveceğiniz ürünler ekranınızdan size bakıyor. Tam size göre insanlar arkadaşlık isteği göndermeniz için keşfet menünüzde bekliyor. Artık özgürlük çağındasınız, kendinizi ifade etmek, ters giden şeylerden yakınmak istediğinizde çevrenizde neredeyse tamamen sizinle aynı biçimde düşünen insanlar bulabilirsiniz. “Canım döner çekti” mi dediniz. Birkaç dakika sonra sosyal medyanızda en yakın dönercinin reklamıyla karşılaşmak ne kadar da garip değil mi?

Düşünmenin yasaları

19. yüzyıl İngilteresi dönemin Viktoryan ruhuna uygun biçimde gelenekselle yenilikçi yaklaşımın her alandaki rekabetine tanık oluyordu. Bilim de bu alanların dışında değildi. Ne bir soylu, ne de iyi bir eğitim almış bir isim olan George Boole çocukluğundan itibaren matematikte kendini geliştirmişti. 20 yaşında kendi matematik okulunu açtı. Kendi özgün kuramlarını farklı disiplinlere uyumlamak için yaptığı çalışmalar dikkat çekiciydi. 1847’de “Mantığın Matematiksel Analizi” isimli bir kitap çıkardı. Felsefeye içkin bir dal olarak görülen mantık, Boole’un bilincinde matematiksel bir anlam kazanmıştı. Mantılığı dil odağından kurtaran ve çağdaş simgesel mantığı ortaya çıkaran bu çalışmayı, Boole’un en önemli çalışması kabul edilen “Düşünmenin Yasaları” adlı 1854 tarihli kitabı izler.

Mantıksal çıkarıma ilişkin simgesel yöntemleri geliştirdiği bu çalışmasında Boole aynı zamanda olasılık hesaplamaları üzerine de genel bir yöntem geliştirmenin ilk adımlarını atar. Söz konusu önermeler, yarım yüz yılı aşkın süre sonunda Insanlık için çok daha anlamlı bir yere oturacaktı. Çünkü 20. yüzyılın başından itibaren gelişen yeni felsefi akımlar, biyoloji alanındaki evrim düşüncesini de kapsayarak insanlığın topyekün evrimleşmesine yönelik bir seyir izleyecekti.

Nietzsche tarafından felsefeye kazandırılan “übermensch” (üst insan) kavramı, aydınlanma döneminin başından beri süregelen rasyonel düşünceyi merkeze alan bir yaklaşımla insanlığı gelişimini savunarak dünyanın düşünce ikliminde çığır açacaktı. Taa ki 2. Dünya Savaşı’na kadar…

Savaşın acı sonuçları bir gerçeği ortaya çıkarmıştı: İnsanlar rasyonel düşünen varlıklar değildi. Elverişli şartlar oluştuğunda sonuçları ne kadar yıkıcı olursa olsun gerçekçi olmayan şeylere inanma eğilimindeydiler. Sosyal bilimler de bu sonuçlar odağında kendini yenileyerek sağıltıcı bir rol üstlenecekti. ABD’den dünyaya yayılan tüketim kültürü de bu değişimin sonucuydu. 20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Boole’un matematik alanında bir ismi vardı. Ancak insanın düşünce ve davranışlarıyla ilgili önermeleri tamamen unutulmuştu. 

Yapay zekânın gelişimi

60’lı yıllarda savaş görmemiş “baby boomer” kuşağının ortaya çıkışı her alanda olduğu gibi yeni gelişmekte olan bilgisayar teknolojilerinde de kendini gösterdi. Yapay zekâ ile ilgili birçok önemli çalışma da üniversite koridorlarında değil, ABD’nin farklı yerlerinde oluşturulan komünlerde yapılıyordu. Hatta farklı komünler, bazı fanzinler aracılığıyla bu çalışmalarını birbirleriyle de paylaşıyordu. Bu çalışmalardan birinde ortaya çıkan tartışma özetle şunu içeriyordu: George Boole’un insan için yaptığı çalışmalar yapay zekâya uyarlanabilir miydi? Evet, belki insan mantıklı düşünme konusunda eksikti ve duygularına esir düşebiliyordu. Ancak yapay zekâ için bu durum söz konusu değildi.

Algoritmalar nasıl yönlendiriyor?

Boole’un önermeleri bilgisayar algoritmasının yapı taşlarını oluşturuyordu. Böylece çevredeki bütün bilgiler, dijital verilerle kodlanabilir hale gelmişti. İşte günümüzde bizi bizden daha iyi tanıdığı, sürekli bizi, beğenilerimizi, tepkilerimizi öngördüğü duygusuna kapıldığımız sosyal medya algoritmalarının kökeninde bu düşünce yatıyor. Bertrand Russell bu durumu “Teori artık bir anlamlı önermeler sistemi değil, sıralı harf dizilerden oluşan kelime dizileridir” sözüyle tanımlamıştır. Algoritmalardan oluşan sistemler, bu dizileri kullanarak kendi rasyonel gerçekliklerini oluşturur ve bizleri “1”ler ve “0”lardan oluşan gerçekliğe yöneltir. Sosyal medyadaki tüm benliğimiz de bu verilerin bir sonucu.

ALGORİTMALAR KİME OY VERECEĞİNİZİ TAHMİN EDİYOR

Şahin Kılınç/Web Tekno İçerik Yöneticisi

- Algoritmayı ve kullanım yöntemlerini naısl tarif edersiniz?

Tekerleği icat eden ilk insanı düşünün. Onun bir tekerlek üretmek için kullandığı, günümüze kadar ulaşan bilgilerin bütününe teknoloji; tekerleği üretirken izlediği yola ise algoritma diyoruz. Yani teknoloji “sorunun çözümü için gereken bilgiler bütünü” algoritma ise “sorunu çözmek için tasarlanan yol” demek. Ancak günümüz bilgisayarları, tekerleği üretmek için gereken algoritma kadar çizgisel bir yol kullanmıyor. WhatsApp’ta bir mesaj göreceksiniz diyelim. Bu mesajı yazmak için akıllı telefona dokunduğuz andan karşı taraf mesajı okuyana kadar geçen süreçte çözülmesi gereken binlerce sorun var. İşte bu sorunlara her geçen gün daha hızlı ve iyi çözümler buldukça kullandığımız algoritmalar da gelişiyor.

- Sosyal medyada birini veya bir markayı görünür kılan, bir başkasını ise amaçlarından uzak tuttuğu iddia edilen algoritmalar nasıl çalışır?

İki dakika önce arabanıza kış lastiği mi arattınız, anında kış lastiği reklamları görmeye başlarsınız. Çünkü sosyal medyadaki reklam algoritmaları; aramayı yaptığınız an sizi “olası kış lastiği alıcısı” olarak tanımlıyor. 2022’de sosyal medya reklamlarına tam 226 milyar para harcanması bekleniyor. Yani epey kârlı bir iş modeli diyebiliriz. Sosyal medyada yapılan paylaşımların ne kadar kaliteli olduğu önemli değil artık. Ne kadar çok insana, hatta ne kadar çok ekonomik durumu iyi olan insana ulaştığı önemli. Çünkü sayı arttıkça platform o kadar etkili reklamlar gösterebiliyor, o kadar para kazanabiliyor. Reklam harcamaları söz konusu olmadığında ise devreye “filtreler” giriyor. Saldırgan ifadeler, şiddet içerikli görüntüler hatta “zam geldi” gibi olumsuz haberler insanların karşısına daha az çıkarılıyor, yeri geliyor paylaşım, yeri geliyor hesaplar engelleniyor.

- Matematiksel öngörülere dayalı bu sistemler gelecekte insanlığa nasıl bir yaşam sunacak?

Ray Bradbury’nin Fahreinheit 451 romanında anlattığı dünyadan örnek vereyim. Neyi izlemek istediğinize ruhunuz bile duymadan karar veren yapay zekaların yönettiği, odanızın dört duvarının ekrana dönüştüğünü, sürekli bir şeyler izlediğinizi düşünün. Romandaki medya aracıyla insanlara “iktidarın düşündüğünden farklı bir şey düşünmemeyi” aşılanıyordu. Bizim gerçeklliğimizdeki gelecekte durum nasıl olur, kestirmek zor. Algoritmaları kimlerin, hangi amaçlarla tasarladığı önemli olacak.

- Gerçekten ses tanıma üzerine oluşturulmuş algoritmalar üzerinden bizi yönlendiren bir sosyal medyadan söz edebilir miyiz?

Daha fazlası var, çünkü algritmaların gözünde artık kitleler değil; her birimiz, ayrı ayrı bireyler olarak tanınıyoruz. Yakın gelecekte; istediğiniz ya da hiç aklınızdan geçmemesine rağmen görünce seveceğiniz bir ürünü “satın alma ihtimaliniz” hesaplanabilir. Hatta daha siz hiç bahsetmeden alışveriş sepetinize eklenebilir. Yeterki nasıl biri olduğunuzu net şekilde tanımlayacak verileri sağlayın. Tabii ki sosyal mecralardaki algoritmaların çözdüğü tek sorun size uygun reklamlar göstermek değil, aynı zamanda uygulamada daha çok vakit geçirmenizi sağlamak. Bunun için sevdiğiniz içerikleri karşınıza çıkarmak, bağlılığınızı ve gizli sadakatinizi kazanmak. Paylaşımlarınıza, fotoğraflarınıza, takipçi listenize bakarak seçimlerde vereceğiniz oyu tahmin eden algoritmalar uzun süredir var. Daha seçimler gelmeden eğer karşıt görüşlü olduğunuz partiler kararsızsanız farklı reklamlar, radikalseniz farklı reklamlar gösteriyor.